Kabiliyet genlerimizde saklı olduğunu düşünmek, sabit bir bakış açısından başka bir şey değildir.
Yaşadığımız bu toplumda, birey olarak kabul edilen çocuklarımızı hayatları boyunca tam bir gelişim bekliyorsak kendilerinden önce aile bireyleri olarak kendimizden başlayarak yola çıkmamız gerekiyor.
Bugün kendi çocuklarımızı, kendi beklentimize göre şekillendirmek ne bize ne çocuklarımıza ne de tüm topluma sağlıklı bireyler sağlayamayız. Çünkü ebeveynler olarak çocuklarımızın kendi hayallerini gerçekleştirmeleri açısından bizim daha önce gerçekleştiremediğimiz hayallerimizi, sırf onlara dayatarak; suçluluk vererek, korkutarak sağlıklı bir iletişim kuramadan başaramayız.
Bizim sevgimizi, onayımızı, onlarla gurur duymamızı isteyen çocuklarımız, sırf büyüklerimizin isteği olsun diye, kendilerini önemsiz ve değersiz hissettirmemiz ne kadar doğru olacaktır? Sadece onları, okutalım diye, okullara gidip, bir şey olsunlar diye beklersek, halen yetişkin dönemlerinde bile bizlere bağlı olmaları devam edecektir.
Çocuklarımızı, doğduğumuzdan bugüne kadar, hangi konuda yetenekleri olduğunu çoğumuz ne gözlemlemeyi bilmişizdir ne de onlarla konuşup tam anlamıyla kaliteli bir vakit bile geçirmemişizdir.
Peki neden? Çünkü yapılacak daha önemli şeylerimiz vardır; para kazanmamız, evin kirası, faturalar, bankaya olan borçlarımız, patronlarımızla ve eşlerimizle olan sorunlarımız, televizyon izlememiz, internette sörf yapmalarımız vs. daha birçok şey… Sadece yarım saatimizi hiçbir şey düşünmeden kaliteli bir zaman çocuğumuzla geçirdiğimiz bir zamanı hiç hatırlıyor musunuz?
Bırakın çocuklarımızla vakit geçirmeyi, kendimize bile bu kadar zaman ayırmayı fazla görüyoruz. Çocuğunuzla bu kaliteli zamanda ne yapardınız, en çok ne oynardınız ne konuşurdunuz, neye daha çok ilgisi vardı, ne yapmaktan hoşlanırdı, bir şey yaparken bireysel olmaktan mı hoşlanırdı, yoksa takım çalışmasına mı yatkınlığı vardı nelerden en çok konuşur ve önem verirdi? Nasıl öğrenirdi;
Yazarak mı, dinleyerek mi yoksa okuyarak mı? Onun için en iyi öğrenme biçimi neydi? Bu kadar soru sormamın nedeni sadece çocuklarımız için değil, kendimiz içinde bu soruları sorarak kendimizi anlamamız, kabiliyetlerimizi keşfetmemiz açısından önemlidir.
Bugün çoğumuza, bize bir meslek edinmemizi ve bu meslekten para kazanmamız söylendi. Ama işin arka kısmına baktığımda, bir yandan sevmediğimiz işlerde kendimizi zorunlu hissederek para kazanıyor bulurken, diğer taraftan da hobilerimizle de ilgileniyoruz.
Neden hobilerimizle ilgileniyoruz, çünkü bize keyif veriyor. Çünkü her saniye, her dakika kendimiz gibi olma hissi veriyor. Çünkü zamanı unutturuyor. Bugün bir bankacı olarak çalışıyorsak, evimizde bilgisayar başında ya photoshop uygulaması üzerinde çalışıyor (benim gibi) ya da hafta sonları, bir bateri kursuna gidip güzel yerlerde-bundan para kazanmasak bile- kendimiz olma halimizi çıplak bir şekilde başkalarına sunma imkânı veriyoruz.
Her birimizin kendimize has kabiliyetleri vardır, zaten dünyaya da bu kabiliyetlerimizi sunmaya, anlamlı bir amacımızı gerçekleştirmeye geldik, başkalarından saklamak veya atılda tutmak için değil.
Hatta bu anlattıklarımı daha iyi görmeniz için, “Diversity” ve özellikle “The Tall Man” adlı filmleri izlemenizi şiddetle öneririm. Kabiliyetin benim dünyamdaki anlamı: bir konuya veya bir şeye çok istek duymak veya yürekten ilgi duymaktır.”
Aile bireylerin ve şirketteki üst yöneticilerin, başkalarından herhangi bir konuda daha iyi bir şey yapmalarını beklemek, kedinin kuyruğunu kovalaması gibi bir şeydir.
Özellikle iş yaşamında yöneticilerin en büyük yeteneği, çalışanlarının hangi konuda daha iyi verim alacağını keşfetme ve dinleme yetileri olması bir elzemdir. Ve ilgili departmanlarda çalışmaları için onlara teşvik ve destek vermeleri çok önem taşır.
Bugün yaşam koçlarının yaptığı temel görevlerinden bir tanesi de – Türkiye de 2013’te meslek olarak kabul edilmiştir- bireylerin kendilerini ve kariyerlerini keşfetmeye yardımcı olan kişilerden oluşurlar.
Şirket yönetimlerinde asıl bulunacak kişilerin bu meslekten çıkması gerektiğine veya danışman olarak alınmalarına inanıyorum. Yöneticilerimiz, belli bir konuda uzmanlığını kanıtladı diye şirket yönetiminde sadece karların durumlarının ve başka diğer faaliyetlerin takibi için üst makama getirilmesi çok sağlıklı olmayacaktır.
Şirketlerde çalışan tüm bireylerin gerçekten neye ihtiyaçları var, hangi konularda şirkete daha iyi katkıda bulunabilecekleri ve en önemlisi onları gerçekten dinlemeye ve anlamaya zaman ayırabilecek, insan ilişkilerinde güçlü yetenekleri olan kişilerden seçilmelidir.
Yöneticiler, kendi içlerinde teknik anlamda çok iyi olabilirler, ama insanlar arasındaki bağlarda zayıf olurlarsa, tam anlamıyla şirketi ne yönetebilirler ne de yürütebilirler.
Şirketlerin genellikle doğru sandığı en büyük eksiklik, yeteneği olmayan herhangi bir konudaki çalışanları, o konuda eğitmek ve beceri sahibi kılmaya çalışmalarıdır. Fakat bu çoğu kez ortalama bir performansı garanti eder. Sizi daha iyi yapmaz.
Öncelik olarak, eğitim ve beceriden çok, o kişilerin hangi alanlarda yeteneği, ilgisi var bunu tespit etmemiz çok daha önemli. Bir konuda ilgisi olan bir kişinin diğerlerine oranla çok daha hızlı öğreneceği zaten bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Ondan sonra da o kişinin yeteneği üzerine eğitim ve beceri yoluna gidilmelidir.
Dikkatimiz, bizim bir konudaki kabiliyetimizi yansıtır. Birilerinin bir yeteneğinden bahsedebilmemiz için, gün içerisinde en çok hangi konudan bahsettiği ve yaptığı davranışlara bakmamız yeterlidir.
Size satış hayatımın bir satıcı yeteneğine sahip olmadığımı itiraf ediyorum. Bunu nerede fark ettiğimi söyleyeyim. Bir müşteriyle ilk buluştuğumda ve ilk aklım gelen şey; “Bu adam almaz abi” dediğimdir.
Bize satış teknikleri öğretilirken, o müşteriyle aynı davranışları uyum içinde yapabilirsek, yani onun gibi oturur, onun gibi konuşursak eğer, müşterinin satın alma kararı daha pozitif oluyor.
Ama aynı davranmadığımızda müşteri de ürüne çok sıcak bakmıyor. Yeteneğimin neden olmadığını söyleyeyim. Aklımda sadece ben konuşacam, ben anlatacam, ben satacam ve benim faydam olacak, ürünün değil.
Burası çok önemli yeteneğimi satışta değil, beni ben yapacak, insanların hayatını ürünle değil, kişisel hayatında fark yaratacak bir kişisel gelişim konusu olmalı. Ben burada muazzam oluyorum. Çünkü ürünü anlatırken DİKKATİM müşterinin nasıl davrandığında hiç olmuyor. Ve nedense (nedenini bilmesem de) kendimi hep konuşurken buluyorum.
Yani şunu demek istiyorum. Yeteneğim birilerinin beni dinleyecek ve anlattığım konuya ilgi duyacak bir grubun olduğu yerlerde ortaya çıkıyor. Yeteneğimiz, dikkatimizin en çok olduğu yerde yatıyor.
Bu yüzden bir gün boyunca en çok ne yapıyorsunuz ne konuşuyorsunuz ve yaptığınız şeye para da verilmese yine yapacağını bildiğiniz şeyler neler olurdu? Bir değil, çok defa düşünmenizi istiyorum.
Kendi satış hayatımdan bir örnek vermek istiyorum. Matematiği çok sevmem hatta hiç ilgim yok desem şaşırmayın. Satış sektöründe, yöneticimle, bireysel emeklilik konusunda randevu aldığım bir müşterinin yanına beraber gitmiştik.
Kendisinin matematiğe çok ilgisi vardı ve gerçekten de iyiydi. Fakat benim bu konuda iyi olmadığım için kendisi müşteriyle bizzat konuşmaya ve daha çok teknik anlamda konuşmaya başlamıştı. Ben yanında sıkılıyor, hadi şu görüşme satışa dönüşsün de hemen gidelim diye içimden söyleniyordum. Evet sonunda müşteri bu sisteme girmeyi kabul etti ve bende bir “Oh” deyip oradan ayrıldık.
Yine satış yöneticimle beraber başka bir gün başka bir müşteri ziyaretine gittik. Ve yine kendi eşsiz kabiliyetine burada da gösterdi fakat müşteri bir türlü karar veremiyordu ve ben de bu sefer araya girip konuyu biraz daha basite indirgeyerek şöyle dedim: “Bak sevgili amcacım! Bu sistemi bir kadınların günü gibi düşün, kendin her ay kumbaraya para atıyormuşsun gibi para biriktireceksin.” dedim.
Tabii ki biraz daha konuyla ilgili bilgi verdikten sonra bu müşterimizde sisteme girmişti. Burada şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: satış yöneticimin kabiliyeti, teknik anlamda harikaydı ve teknik anlamda anlamaya çalışan her bir müşteriye bu sisteme girmelerini sağlayabiliyordu. Ama sıradan bir vatandaşa çok gitmiyordu.
Önceden de bahsettiğim gibi benim kabiliyetim ise müşterinin beni gerçekten dinlediğini ve anlattıklarıma önem verdiğini anladığımda, ona daha çok güven verdiğimi anladım. İşte burada bir yöneticiniz benim bu gibi kabiliyetimi-güven verme- fark ettiğinde hemen bu konuyla ilgili daha fazla eğitim vermesi daha sağlıklı olacaktır.
Şirketler elinden geleni yaptıklarını düşünebilirler ve yine söylemeden edemeyeceğim. Yeteneğimize uygun olmayan eğitimler, BİZLERİ ORTALAMADA TUTACAKTIR. İşte sağlam bir örnek daha geliyor.
Bu konuyla ilgili bir şirket tarafından şöyle bir araştırmaya gidiliyor: bu şirket, şirket arabalarında daha az kazaya sebep olacak veya hiç yapmayacak kişiler arıyorlar.
Araştırmacılar, şirket arabalarını kullanacak kişilere şu soruyu soruyorlar: “Yolda araba kullanırken genellikle ne düşünürsünüz?” Birkaçı; eşini, evini, birkaçı; futbol ya da başka bir spor dalını, birkaçı; müzik dinlemeyi ve hayaller kurmayı ama birkaçı da; yolun kayganlığı, havanın, lastiklerin durumunu, virajın keskin olup olmadığını, hızlı gidip gitmediklerini dile getirmişler.
Şirket, yoldaki riskleri EN ÇOK DÜŞÜNEN kişileri işe almışlar ve bununla ilgili eğitim vermişler. Neredeyse bu şirkette hiçbir kaza meydana gelmemiş. İşe alacağımız kişilere sorulan sorularda ilk söyledikleri şey genellikle dikkatleri, ilgilerini yansıtırlar ve bu kişilerin yeteneklerine uygun bir departmanda çalıştırılmasını ve sadece o konuda eğitim verilmesi gerektiğidir.
Bunun dışında verilecek eğitimler ortalamanın üzerine inanın çıkmayacaktır. Çünkü dikkatleri veya ilgisi o konuya çok azdır ve buna bağlı olarak ta daha önce bahsettiğimiz nöroplastisite hatırladığımız gibi beyindeki nöron oluşumu ya hiç olmayacak ya da az bir gelişim gösterecektir. Bu da bizim hayatımızın dönüm noktasını oluşturacaktır.
1960’lı yıllarda bir psikolog olan Lazlo Polgara’ın düşüncesine göre de “Üstün başarılı doğulmaz, OLUNUR’ demiştir. Lazlo’ un düşüncesinde üstün performansa sahip olanların sahip oldukları şeyler başta erken yaşlarda başlayarak ileride başarılı olacakları alana odaklanmaya ve sadece o alan üzerinde çalışmaya yönlendirilmişlerdi.
Çok geçmeden Lazlo ile eşinin Susan adlı kızları olmuş. Susan dört yaşına geldiğin de teorisini kanıtlamaya da başlamış olacaklardı. Teorisinin doğruluğunu kanıtlaması için ne kendisi çok fazla satranç biliyor, ne de eşinin satranca hiçbir ilgisi yoktu.
Lazlon ailesi çocuğuna satranç öğretmeye adadılar ve sonrasında da iki kız çocukları daha oldu (Sophia ve Judit) ve onları da bu programa dahil edeceklerdi. Kızların üçü de evde sıkı bir eğitimden geçirildi.
Kızlar her gün saatlerce ebeveynleri tarafından satranç alıştırması yaptırıyorlardı. Susan, Sophia, ve Judith Kadınlar Olimpiyatı’na katıldılar. Ve Sovyetlere karşı İlk zaferlerini almışlardı. Bu üç kız kardeşlerden en büyük olanı Susan dünya satrancında en büyük usta konumuna ulaşmıştı.
Diğer iki kız kardeş, bu unvana en geç ulaşan kişiydiler. Lazlon’un teorisi kendisini kanıtlamıştı. Doğuştan gelen bir satranç yetisinin kızlara babaları veya annesinden geçtiğini varsaymak için hiçbir neden yok. Çünkü, babaları satrançta o kadar iyi değildi ve annelerinin de satrançta hiç ilgisi yoktu.
Öyle görülüyor ki çocukların başarısının tek nedeni vardı: “YILLAR SÜREN YOĞUN ÇALIŞMA.” Şunu da belirtmek istiyorum. Kızlar ulaştıkları başarı düzeyleri farklıydı.
Ortanca kardeş Sophia, iki kız kardeşin ulaştığı üst noktalara ulaşamamıştır. Bunun nedeni, kardeşlerinin ve ebeveynlerin ortak görüşleri, Sophia’nın satranca en az ilgi gösteren kişi olduğu konusunda hemfikirdiler.
Gördüğünüz gibi bu şeyler bizleri, yeteneklerimizin doğuştan mı, yoksa öğrenilerek sonradan kazanılan beceri konusunda bizim bazı şeyleri doğru sandığımız ama gerçekte yanıldığımızı gösteren harika örnekten sadece bir tanesidir!
Çocuklarımızın aldığı en büyük motivasyon: ‘Önemli olma duygusunda, yani destek ve ilgide yatar.” TUTKUNUN geldiği yerde burasıdır.
Tekrar görüşmek umuduyla.