Mutluluk bir yolculuktur, bir durak değil.
Çocuklarımızı zekalarıyla övmeyi, onlara “Siz halen yetersiz” deme mesajlarını vermeyi bırakmalıyız. Bizleri motive eden şey başarı değildir; bizi zehirler, bize anlamlı gelen şeylerin peşinden gidip, engelleri aşma coşkusu veren şeyler bizleri mutlu ve motive eder.
Çocuklarımıza vereceğimiz bilginin, davranışı değiştirmek konusunda son derece sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bilgi davranışı değiştirmek için bir küçük adımdır. Onun ötesinde bilginin davranışı değiştirmesi için bunun alışkanlığa dönüşecek şekilde en baştan; hayatın başından itibaren rutinlere bağlanması yani disiplinle yürütülmesi gerekir.
Disiplin, Türk kültürümüzün sevdiği bir kavram değildir; zorbalık, baskı dayatma gibi algılanır, ancak DİSİPLİN, TUTARLILIKTIR. Bu da aile içinde kurulacak rutinlerle olacak bir şeydir. Ergenlik dönemine geldikten sonra, “Dilimde tüy bitti, kırk kere söylüyorum, söyleye söyleye tükendim gibi” sözlerin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü her söylediğimizde etkisi azalır.
“Nasıl bir genç yetiştirmek isteriz?” diye sorsam hepimizin düşüncesinde “Başarılı olsun, mutlu olsun, sağlıklı olsun” düşüncesi vardır. O zaman “Başarıyı nasıl tanımlıyoruz?” diye sorsam tekrar ne dersiniz? Çocuklarımızı beş seçenekli (A, B, C, D, ve E) bir teste tabi tuttuğumuzda bunlardan hangisinin doğru olduğunu sorduğumuzda verdiğimiz doğru cevap başarıyı mı temsil ediyor?
O zaman mutluluğu nasıl tanımlıyoruz? Biz anne-babalar olarak mutluluk tanımı, çocuğumuz zorluk, sıkıntı çekmesin, kolay bir hayatı olsun, çok kerede bizim yaşadığımız zorlukları yaşamasın gibi ifadelerle mi tanımlıyoruz? Şöyle bir kabul var: Çocuğum eğitimini iyi yaparsa, sınavlarda başarılı olursa, iyi bir diploma alır ve o iyi bir diplomayla iyi bir işe girdiğinde; iyi işiyle mevki sahibi, güç sahibi olur, para kazanır ve o zamanda mutlu olacağını sanıyorlar. Halbuki başarı ile mutluluk arasında ilişki son derece kırılgan.
Başarıyı-mutluluğu nasıl tanımladığımızı bir kere daha düşünmemiz gerekiyor.
Bu yüzden sizleri bir yolculuğa çıkarmak istiyorum.
Bir dağın zirvesine çıkmaya karar verdiniz ve bu dağın adı da Himalaya dağı. Buraya “Evrenin Tanrıçası veya Merhametsiz dağ” da deniliyor. Everest adını, 13 yıl Hindistan valiliği yapmış olan Jorc Everest isminden almıştır. Bu dağın yüksekliği 8.848 metredir. İnsan fizyolojisinin sınırını zorlayan bir dağdır. Burası 300-400 metre daha yüksek olsa çıkmak mümkün olmayacaktı. 500 metre daha aşağıda olsa dünyadaki diğer dağlar kadar sıradan bir yüksekliğe sahip olacaktı.
Bugüne kadar 15 farklı yoldan çıkılmış. Ancak tercih edilen 2 veya 3 yoldan dağa tırmanılıyor. Bu yolculuk 30 ile 60.000 dolara mal oluyor ve dağa çıkması inmesi 40 gün sürüyor. Niye? Çünkü 5.000 metreden sonra özellikle 4.000 metreden sonra havadaki oksijen miktarı az olduğu için akciğerlerin buna uyum sağlaması gerekiyor ki 5.300 metredeki temel kampta bir süre geçiriliyor. Sonra diğer kamplarda da belirli zamanlar geçirilerek çıkılıyor ve ondan sonra da inişe geçiliyor.
Bu yolculuğa 30.000 ile 60.000 dolar ödeyenler, maddi anlamda varlıklı değildir. Bu insanlar uzun yıllar para biriktiriyorlar, kendilerini bedensel olarak zinde tutuyorlar. Ve ondan sonra da bu yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuk çok zor ve zahmetli bir yolculuk. Yolculuk sırasında çok çeşitli aksilikler yaşanıyor. Son derece tehlikeli geçitlerden geçiliyor. Sadece soğukla ve dik bir yamaçla değil, aynı zamanda çok şiddetli rüzgarlar ki saatte 100 km ye varan bir hızı olan rüzgarlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Yolda, kendinden önceki geçen kişilerin ölüleriyle karşılaşıyorlar ve bu durum son derece moral bozucu şeyler. Dağın tepesine çıktıkça, oksijen eksikliğinden dolayı baş ağrısı, beyin fonksiyonlarında yavaşlama, baş dönmesi, zihin bulanıklığı yapıyor ki bu tırmanan bir insan için ne kadar tehlike olduğunu tahmin edersiniz.
Yoğun ultraviyole ışınlar, ciltte yanıklar ve kar körlüğüne neden oluyor. 8.000 metreye çıkıldığı zaman 5-6 kere daha fazla solunuyor; her adım büyük bir zahmet, aşırı soğuk ve aynı zamanda el-ayak ve yüzde soğuk ısırığı denilen, soğuk yanığı denilen geri dönüşü olmayan his kayıplarına neden oluyor.
Yüksek irtifada beyin ödemi görülebiliyor. Güçsüzlük ve kas kayıpları görülüyor. Bütün bunlar, böyle bir mücadele veren insanlar için ne kadar önemli olduğunu tahmin edersiniz. Sonra bu yolculuk devam ediliyor; 8.000 metreden sonra oksijen maskesi takılıyor. İnsanlar tanınmaz hale geliyor. Ve sonunda son bir gayretle zirveye çıkılıyor.
Zirve çok uzun süre kalınacak yer değildir. Zirveye çıkıldıktan sonra iniş yolculuğu başlıyor. İniş yolculuğu da çıkış yolculuğu kadar tehlikeler içeriyor. Çok sayıda kaza inerken yaşanıyor. Çünkü hem duygusal olarak hedefe varmanın rahatlığı hem de yorgunlukla birlikte insanların kendi hayatlarını kaybetmesine neden olabiliyor. Aşağı indiklerinde zirveye ulaşma başarısını sevdikleriyle birlikte kutluyorlar.
Bu insanlar dağdan indikleri zaman 2 şey söylüyorlar: Bu aslında, fiziksel ve bedensel bir yolculuk değil, bu aslında, zihinsel ve duygusal bir yolculuktur. “Ben artık değiştim, dönüştüm; eski ben değilim, ben farklıyım” diyorlar. Bu insanların bir kısmı hayatların geri kalanında motivasyonel konuşmacı oluyor, bir bölümü anılarını yazıyor.
Yıllar içinde kazandıkları zihinsel ve bedensel zindeyi kaybetseler de duygusal ve ruhsal gelişim ve olgunluklarını, dönüşümlerini hayatları boyunca sürdürüyorlar. Çoğu “Dağı fethetmezsin, kendini fethet edersin.” diyorlar. Önemli farkındalıkları da yardımlaşma olmadan hayatta önemli bir şeyi başarmanın mümkün olmadıklarına inanıyorlar.
Bugün çocuklarımızın önemli bir bölümü 5 seçenekli sınav tipiyle (A, B, C, D ve E) esir alınmış, başarıyla zehirlemiş ve psikolojik bağışıklık sistemi gelişmemiş çocuklar büyütüyoruz. Psikolojik bağışıklık sistemi, hayat içinde zorlukları aşarak, aldığı kararların sonuçlarına katlanarak gelişir.
“Bedel ödeyen düşkünleşir, bedel alan önce nankörleşir sonra da zalimleşir.” derler Bedel ödemeyen çocuklar değer bilmezler. Mesela çocuğumuz ödevini unuttuğu zaman, anne-baba olarak bizler okula yetiştirmeyecek. Çocuk bir şeyi kırdığı zaman, öncelikle “Aman canım kırılsın ne olacak?” demeyecek. Düşünmeye ve sorgulamaya sevk edecek. Çocuklarımıza ceza verilsin diye söylemiyorum. Çocuk serviste arkadaşıyla bir problem yaşadığı zaman anne-baba okula gidip çocuğun servisinin değiştirilmesini istemeyecek.
Çocuk sınıfta bir problem yaşadığı zaman anne-baba okula gidip bilgi alıp çocuğunu savunmayacak. Çocuk bu problemleri kendisi çözecek. Çocuk yetişkinlik yaşına göre servisi kaçırdığı zaman toplu taşıma araçlarına binerek okula gideceğini bilecek. Toplu taşıta binecek yaşı yetmiyorsa o gün gitmeyecek. Yani çocuk verdiği kararların, davranışlarının sonuçlarıyla karşılaşacak.
Çocuk serviste ya da okulda arkadaşıyla sorununu çözemiyorsa, müzakere becerisini, uzlaşmayı nasıl öğrenecek. Çocuk herhangi bir sorunla karşılaştığında, hemen anne-baba bu çözümü çözmeye çalışırsa çocuk gelişemez.
Aşırı empati de disiplin gelişimine engel olur. Mesela çocuk okuldan geliyor, “Şu matematik hocası da ne çatlak bana taktı.” diyor. Anne-baba da “Ah biliyor musun benim öğretmenimde böyledir!” diyor. Fakat bu empati geliştirmez. Aşırı empati, disiplinsizliğe neden olur. Bu nedenle de çocuğunuzun yaşadığı olumsuzlukların, onun gelişimi için bir fırsat olduğunu bilmemiz gerekir.
Başarıyla sarhoş olmuş çocuklar, başarısız olduğu zaman ya dış koşulları suçlar ya yalan söyler ya da hile yapar. Çünkü niye? Başarılıysa değerli, başarısızsa değersiz kararını verir. Bütünlüğü bozulmuş olur. Başarısızlık hayatta en değerli yaşantılardan biridir. Çocuğumuz başarısız olduğu zaman memnun olmamız gerekir. Başarı insana gurur verir, başarısızlık geliştirir. Önemli olan, olumsuz bir olay yaşamız çocuğumuza duygusu yatıştıktan sonra konuşmamız gerekir. “Ne öğrendin?” diye sorabiliriz.
Başarısızlık, öğrenme yolunda bir fırsattır. Başarıyla çocuklarımızı zehirlemeyelim. Konfor alanların dışına çıktıkları zaman vazgeçiyorlar. Bir spor, tenis veya basketbol kulübüne katılıyorlar ama orada en iyiyi olamayacaklarını hissettikleri zaman hemen sınırlarını zorlamalarını gerektiği için daha iyi olmaları için o sınırı zorlamaktan vazgeçiyorlar. “İstemiyorum, sevmiyorum, canım sıkılıyor…” diyorlar. Anne-babamızda hemen çocuğunu spor kulübünden alıyor, “Zorla olmaz.” diyorlar.
Çocuğa sevmediği şeyi yaptırmamak lazım. Hangimiz günümüzün tamamını sevdiğimiz şeyi yaparak geçiriyoruz. Burada çocukları zorlamak değil ama çocukları konfor alanına çıkmaya teşvik etmemiz gerekir. Burda doz önemli.
Onun için yaşanacak zorluklar aynı bu Himalaya Dağı’nın zirvesine çıkmak gibi olgunlaşmanın ve hayatı inşa etmenin bir parçasıdır. Çocuk kendi öz yeterlilik sınavını, zorlukların üstesinden gelerek bilmeli, bağımsızlığını tatmalı. Anne-babalarımıza düşen görev, kendi kararlarını alan, başarısız olacaklarını bilen, zorlukların üstesinden gelebilecek çözümler üretecek çocuklar yetiştirmeli ve pekiştirmelidirler.
Çocuklarımıza ne olmak istediği sorulmak yerine dünyada neyi değiştirmek istediği sorulmalı. Üniversitelerin bir şey bildiğini varsayarsak hata yaparız. Üniversiteler de ne yaptığını bilmiyor; 50-100 yıldır aynı şeyleri öğretiyorlar. İnovasyona, değişime açık olan değerli birkaç hocamız üniversitelere yeni kariyer olanaklarının önünü açacak tavsiyelerde bulunuyorlar. Ama birçok üniversite bu olanaklara kendilerini kapatmış. Girişimci yetiştirecek bir üniversite henüz çok çok az.
10 sene önce hayatımızda Facebook, Twiter ve İnstagram gibi şeyler yoktu. Şimdi ise birçok şirket sosyal medya uzmanı arıyor. Arama Motoru Optimizasyonu (SEO) diye yeni bir meslek doğdu. Bu sistemle Google’dan aranan bir firma veya bir kişiyseniz sizi web sayfasının en üstünde çıkartarak daha fazla müşteri çekmeyi hedefliyordu. Çoğu firma bu mesleği yapan kişilere para vererek yeni bir meslek doğmasına neden olmuştu. Ama artık Google uyandı ve bu tür çabaları boşa çıkartarak bu mesleğin de hızlı bir şekilde fişi çekildi. Düşünsenize, siz daha bir üniversiteden mezun olmadan, bir meslek hızlı bir şekilde doğuyor ve ölüyor. İşte böyle hızlı bir dünyada yaşıyoruz.
Artık emeklilik sistemi de çökme aşamasına geldi. 20-60 yaş arası çalışandan parayı toplayıp emekli olan insanlara veriliyor. Gençlerden alınan paraları yaşlı inanlarımıza veriyoruz. Bütün dünyanın emeklilik sistemi çökecektir bu kesin. Neden? Çünkü doğurganlık azalıyor tüm dünyada. Temel sebebi de şehirleşmedir. Köyde fayda yaratan çocuk, şehre taşındığı zaman tüketen bir birey olmaya başlar. Tarlayı süren, topluma faydası olan köylü, artık bir arabası, telefonu, dışarıda yemek yemeye başladığı vakit; üretimden tüketime geçmiş demektir.
Köyde 5-6 çocuklu bir aile, şehre geçtiği zaman 1 veya 2 çocukla yetinir. Türkiye’de nüfusun çoğalmasına neden olan bölgeyi biliyor musunuz? Tabii ki Anadolu bölgemizdir. Özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesidir. Nüfus azalınca ne olacak? Emeklilik yaşını yukarı çıkaracaklar, emeklilik maaşlarını da un ufak edecekler. Bireysel Emeklilik Sigortasını da bu yüzden çıkarmadılar mı? Yeni jenerasyonlarımız için artık 30-40 yıl çalışıp emekli olmayı unutun. En az 50 yıl çalışacakmış gibi düşünün kendinizi.
Eğer başkası adına bir şey yapıyorsan hayat boyunca işkence gelecek sana, eğer senin istediğin bir şeyi yapıyorsan hayat sana tam bir eğlence gelecektir.
Artık, girişimci bir ruha sahip olmayı öğrenip, sistemin bize dayattıkları sürüde kal inancını yıkmamızın zamanı geldi.
Hayatlarımızın sonlarına yaklaştığımızda insanların en yaygın pişman oldukları şey ne biliyor musunuz sevgili dostlarım? Başkalarının bizden beklediği bir hayatı yaşamak yerine, kendisi için anlam ifade eden bir hayatı yaşama cesaretinin olmaması; uzun vadede eylemde bulunmamasıdır. O ölüm döşeğinde olan insanların en yaygın pişmanlıklarından biri kendi hayalini yaşayamamış olmalarıdır.
İki türlü acı çekersin. Biri kısa dönemde disiplin acısı, diğeri uzun dönemde pişmanlık acısı.-Jim Rohn
Hayatınız daha sona ermedi. 84 yaşında Çinli bir aktör ve manken olan Wang De Shun bakın ne diyor: “İnsanlar çıktığım bir defile sonrasında beni fark etmeye başladılar.
Bazı insanlar beni; fiziksel olarak çekici yaşlı adam olarak çağırmaya başladılar. Fakat biliyor musunuz; bugüne hazırlanmak için 60 yıl kendimi hazırladım. 24 yaşında tiyatroda aktörlük yaptım. 44 yaşında İngilizce öğrenmeye başladım. 49 yaşında özel bir mim türü (Mim: Sözsüz tiyatro oyunu) yarattım. Pekin’e gittim ve evsiz olarak sokaklarda yaşadım. Hiçbir şeyim yok; evim yok, arabam yok; her şeye EN BAŞTAN BAŞLADIM. 50 Yaşında vücut geliştirme sporuna başladım. 57 yaşında tekrar sahneye çıktım ve dünyanın ilk sanat formuna hazırladım. Bu çalışmama “Yaşayan Heykel” adını verdim. 70 yaşımda kaslarımı bilinçli bir şekilde geliştirdim. 79 yaşına geldiğimde podyumda yürüyordum. Bu yıl 80 yaşıma girdim. Ve halen HAYALLERİM var. İnanın bana. İnsan potansiyeli gerçekten keşfedilebilir. “Her şey için artık çok geç” dediğinizde dikkatli olmak zorundayız. Çünkü bu vazgeçmek için bahaneniz olabilir. Kimse, sizin başarmanızı engelleyemez; kendinizden başka. Diğerlerine gerçekten neler yapabileceğinizi göstermek istediğinizde asla vazgeçmeyin, devam edin.
84 Yaşında Çinli Aktör ve Manken Olan Wang De Shu
İşte bu yüzden hayat amacınızın peşinden gitmenizi isterim. Bu cemiyetin oluşturmuş olduğu sistemin dışına çıkmanızı isterim. Neyi yapmak istiyorsanız şu an başlayın. Yarınlarımız, bugünle şekil alır. Hayalimiz yoksa, problemlerimizde yok. Problem varsa, hayal ettiğimiz düşüncelerimiz de vardır. Ve aslında problemlerimiz bizi hayallerimize götürecek araçlardır; fırsatlardır. Her şey bir süreçtir, yolculuktur. ŞİMDİ SİZE BİR ŞEY SORABİLİR MİYİM? SİZİ HER SABAH YATAĞINIZDAN CAYIR CAYIR YAKIP AYAĞA KALDIRACAK, BU HAYATA UZMANLIĞINIZI SERVİS EDECEK, HİÇ KENDİNİZİ YORGUN HİSSETMEYECEK, GECE-GÜNDÜZ BU İŞİ YAPARIM DİYECEĞİNİZ O TEK ŞEY NE OLURDU?
Nice başarı ve çabalarınıza…