Farkındalık

Duyguları Kabullenmek – 1. Bölüm

Duyguları Kabullenmek

 

Yürekten ağlamayı bilmeyenler gülmeyi de bilmezler– Golda Meir

Hayatlarımızı yaşarken duygularımızı pek fark etmeyiz. Duyguların esiri olarak yaşarız; ama bu duygular iyi olduğu kadar acı verenler de bizi etkiler. Nedense bizler İyi olan duyguları olumlu yorumlarken, kötü dediğimiz, nefret, kin, öfke, kızgınlık ve üzüntü gibi duyguları inkar ederiz.

 

Kültürümüz olumsuz duyguları yaşamanın yanlış bir şey olduğunu kafalarımıza çakmışlardır. Kızgın ve öfkeli olduğumuzda toplum tarafından dışlanırız, kabul edilmeyiz diye onu göstermek istemeyiz. Nedense hep kabul edilen duygular, mutluluk resmi çizilen duygulardır.

 

Kendin olabilmek, tüm duygularını gösterebilmen demek, tabii ki karşı tarafa zarar vermeden incitmeden sadece kendi ihtiyaçlarını dile getirerek belli bir sınırda gösterilmesi en sağlıklısıdır.

 

Size yaşadığım bir konudan bahsetmek istiyorum izin verirseniz. Küçük yaşlarda annemin günleri olurdu. Bilirsiniz, altın günü, kısır günü gibi günler. Annemin arkadaşlarının çocuklarıyla oynarken hepimizi karnı acıkmaya başladı ve annem bir masanın ortasına birçok börek-çörek gibi yiyecekler koyarak yememizi istedi. O gün sabah kahvaltısı da yapmadığım için çok acıkmıştım. Ve kendime hakim olmadan masada önüme gelen her şeyi tıkanırcasına yemeye başlamıştım.

 

Bunu gören annem gözlerini öyle bir açtı ve elime öyle bir vurdu ki, “Çok ayıp arkadaşlarının da yemesine izin ver bir daha böyle açgözlülük yapma sakın!” dediği gün artık açlık duygumun başkaları tüm her şeyi bitirirken ben aç kalmama rağmen az yemeye başlamıştım. Çünkü ben açgözlü olmamam gerekiyordu.

 

Diğer yaşadığım bir olaysa, markette kasa başında beklerken oldu. Çocuk babasından bir oyuncak istemiş babası da aynısında n olduğunu buna fazla para vermeyeceği konusunda ısrar ediyordu. Çocuk da ısrarla “Benim oyuncağım eski bu oyuncak yeni” diye karşı çıkınca baba daha çok sinirlenip almayacağını söyledi. O anda çocuk orada ağlamaya başladı.

 

Fakat orada duran bir asker ise çocuğun bu durumunu görüp ona; “Çocuk erkek adam ağlamaz” dedi ve o anda çocuk ağlamayı bıraktı. Fakat çocuk duygusunu yaşamaya devam etmeliydi ve artık o erkek bir adam olmuştu göz yaşlarını göstermesi ayıptı onun için ve bu duygusunu ileride yaşama konusunda göstermesini pek ummuyorum.

 

Çocukluğumun ilk yıllarında yaşadığım olaylar bana, duygularımı bastırmayı, hissettiğim acıları gizlemeyi  öğretti. Bu zararlı alışkanlıktan kurtulup gerçekten hissettiğim duyguları olduğu gibi yaşama, insan olabilme fırsatını kendime tanımam gerektiğini öğrenmem yıllar aldı.

 

Kendimi üzgün hissetmemin gayet normal bir duygu olduğunu, insanın kendini keyifsiz, korkusuz , yalnız ya da endişeli hissetmesinin yanlış bir tarafının olmadığını anladığımda-gerçek anlamda özümsediğimde-psikolojik olarak en önemli değişimi yaşadım. Hissettiğim duyguları olduğu gibi yaşamam gerektiğine dair bu basit farkındalığı edinmiş olmam, zaman içinde sürekli olarak yaşanacak iyi ve kötü gidişlerle, zafer ve başarısızlıklarla geçecek uzunca bir yolculuğa attığım ilk adımdı.

 

Önceki yazılarımızda “mükemmeliyetçi insanın başarısızlığı reddetmesini” gösterilen performans açısından ele almıştım. Bu yazımızda ise başarısızlığı reddetme konusunu duygular çerçevesinde inceleyerek mükemmeliyetçi insanın hangi durumları başarısızlık olarak algıladığına değineceğiz.

 

Mükemmeliyetçi insanın, kendisinin ve başkalarının nasıl bir hayat yaşaması gerektiği konusunda kesin çizgilere sahip olduğunu ve bu idealden herhangi bir sapmanın kabul edilemez bir durum olduğunu düşünüp bu olasılığı nasıl reddettiğini gördük.

 

Kişisel ve mesleki başarı söz konusu olduğunda mükemmeliyetçi insanın idealindeki dünya, başarıya giden yolun düz ve engelsiz bir süreç şeklinde olacağını varsayar. Duygular söz konusu olduğunda mükemmeliyetçi insanın ideali, çoğu zaman insanın sürekli olarak olumlu duygular içinde yaşayacağı bir hayatı öngörür.

 

Burada “çoğu zaman” ifadesini kullanmamın nedeni, mükemmeliyetçi insanlardan bazılarının sıkıntılarla geçen hayat tarzını ideal yaşam olarak alma eğilimindedir.

 

İşkence çeken ruh, acı çeken sanatçı, sorunlar içinde boğulup toplum dışına itilmiş insan, haksızlığa uğramış kimse vb. Onlara göre, ister bilerek ister bilmeyerek ulaşmaya çalıştıkları ideal, sürekli olarak acı veren duyguların yaşandığı bir süreci içeren hayat tarzıdır.

 

Bu yüzden, günlük yaşamda hissedebilecekleri bazı olumlu duyguları reddederler, Ancak, mükemmeliyetçi insanların sürekli yaşayacağı duygular ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, bu tür insanlar duygusal olarak benimsemiş oldukları ruh hâlinden herhangi bir sapma olmasına karşı çıkarlar.

Duygu Dalgalanmaları

Doğamız ve yaşamın gerçeği öyle tasarlanmıştır ki hoşumuza gitsin ya da gitmesin, her türlü duyguyu yaşarız. Kendimize bu duyguları yaşama olanağı tanımazsak, bize acı veren yoğun duygular yaşamak, belki çok daha kötüsü, hiçbir duygu hissedemeyecek kadar duyarsız hâle gelmek gibi bir durumla karşılaşmamız olacaktır.

 

Tersine, gerçekçi iyimserlik anlayışını benimsemiş olan insan, yaşamı olduğu gibi görür: Akışkan, değişken ve dinamik. Nasıl ki başarısızlığı insan yaşamının doğal bir parçası olarak kabul ediyorsa, insana üzüntü (ve mutluluk) veren duyguları da yaşamın kaçınılmaz gerçeği olarak görür.

 

Dünyanın kendisine sunduğu olumlu ya da olumsuz her şeye açıktır. Hayatın getirdiği farklı türdeki yaşantı ve duyguları kabul edebilecek durumdadır. Bu nedenle, gerçekten hissettiği duyguları olduğu gibi yaşama ve ifade etme ihtimali mükemmeliyetçi insana göre daha fazladır —gerektiğinde ağlayarak, duygularını arkadaşlarıyla paylaşarak ya da o anda hissettiği duyguları günlüğüne yazarak.

 

Mükemmeliyetçi insanın duygusal anlamda beklediği yaşam şekli, insanın sürekli olarak yükseklerde gezindiği bir yaşam tarzıdır; gerçekçi iyimserlik anlayışını benimsemiş olan insan ise hayatında duygusal anlamda iniş ve çıkışların yaşanabileceğini veya bu iki nokta arasında yer alan duygular hissedebileceğini gayet iyi bilir.

 

Mükemmeliyetçi insan, hayatı olumlu duyguların sürekli akış hâlinde bulunduğu bir süreç o arak görür. Bu nedenle de üzüntü veren duyguları reddeder; gerçekçilik ile iyimserlik arasında denge kurmayı başaranlar ise hiçbir engel koymadan yaşanabilecek tüm duyguları doğal akışı içinde yaşar. Tıpkı benim gibi pek çok insan, keyif ya da acı veren duygularını gizlemeyi ve bastırmayı erken yaşlarda öğrenir.

 

Aşağıdaki şekilde görüleceği gibi mükemmeliyetçi ile gerçekçi iyimserin hayattaki beklentilerimizin doğrusal mı yoksa eğrisel mi olduğunu güzel açıklar.

Beklentilerin Eğrisel-Doğrusal Formu

 

Bize hep erkek çocukların ağlamayacağı, başarılı olduğumuzda hissettiğimiz sevinci keyifle dışa vurmanın uygun olmayan bir davranış, bir kibir göstergesi olduğu ya da başkalarının sahip olduğu bir şeyi istemenin aç gözlülük olduğu söylenmiş olabilir.

Birisinden hoşlanmanın ve fiziksel olarak bunu ifade etmek istemenin çirkin ve ayıp bir şey olduğu ya da tam tersi, kendimizi duygusal ve fiziksel olarak dışarıya açmak konusunda çekingen ve kaygılı olmanın hoş olmayan ve utanç verici bir davranış olduğu öğretilmiş olabilir.

Çocukluk yıllarında ve yetişkinliğe geçiş döneminde öğrendiklerimizi hafızamızdan silip atmak zordur. Hissettiğimiz duyguları doğal Akışı içinde yaşamak çoğumuzun zorlanmasının nedeni bu olsa gerek.

 

BİRAZ DÜŞÜNELİM

Küçük yaşlarda yaşadığınız, size duygularınızı açıkça ifade etmek ya da bastırmak gerektiğini öğreten olaylar hatırlıyor musunuz?

 

Duygularınızı Doğal Akışına Bırakın

Duygularınızı Doğal Akışına Bırakın

Duygularımızı kontrol altına almasaydık bir caddede hâliniz nasıl olurdu düşünün. Yanımızdan geçmekte olan ve yeterince gelişmemiş, estetik duyarlılığımıza uymayan birine yakışıksız sözler savrulur; beklentilerimiz karşılanmadığında cinsel içerikli sözlerle etrafa saldırılır; geçmişte yaşadığımız olayları hatırlatan durumlarla karşılaştığımızda, nerede olursak olalım, sevinç ya da üzüntümüzü gizlemeden gözyaşlarımız doğal akışına bırakılır; yanımızdan geçen cinsel nesneye kükredikten sonra üzerine atlanılırdı.

 

İçten gelen dürtünün, sabırsızlığın ve terbiye edilmemiş gücün ürünü olan vahşi orman kanunları, betondan ormanlarımızı düşman istilası gibi kontrolü altına alırdı. Neyse ki temel  içgüdülerimizi bastırmayı, medeniyet dışı dürtülerimizi uygarlaştırmayı, kaba duygularımızı gizlemeyi ve içimizdeki aşağılık vahşiliği terbiye etmeyi öğreniriz.

 

Duygularımız sürekli olarak açığa vurulsaydı, sosyal ilişkilerimiz tamamen bozulurdu —gruplar ve ailelerle olan ilişkilerimiz çökerdi. Hepimiz şu veya bu zaman bir arkadaşa veya meslektaşımıza kıskançlık, öfke, arzu gibi duygular hissetmişizdir. Bu duygularımız açığa çıkmış olsa, o kişiyle olan ilişkimiz tehlikeye girerdi.

 

Topluluk hâlinde yaşayan insanları bir arada tutan temel kurallardan bazılarını hayalimizde ihlal ettiğimiz olmuştur. Komşumuzun eşine cinsel arzu duymuş, birine yumruk atacak kadar öfkelenmişizdir. Başka insanların yanındayken duygularımızı kontrol etmeyi küçük yaşlarda öğreniriz. Bu, hayatta başarılı olmayı bir yana bırakın, yaşamımızı sürdürebilmek için bir zorunluluktur. Ne var ki insanın doğaya pek çok müdahalesinde olduğu gibi, gerçek hislerimizi bastırmanın bazı olumsuz etkileri de vardır.

 

Kimi zaman belli duyguları gözlerden uzakta tutmak gerekli olsa da (başkalarıyla birlikte olduğumuzda),yalnızken bu duyguları zihnimizden söküp atmaya çalışmak zararlı olabilir.

 

Bize toplum içinde endişemizi dışa vurmak ya da ağlamak gibi davranışların doğru olmadığı öğretilir. Bu yüzden yalnızken bile duygularımızı sınırlama gereği duyarız. Öfke, dost kazandırmaz ve zaman içinde öfke duyma ve bu hissi açıkça ifade etme yeteneğimizi tamamen kaybederiz.

 

İnsanların hoşlanacağı şekilde davranmak ve uyumlu biri olabilmek adına endişe, korku ve öfke gibi duygularımızı bastırır, kendimizi başkalarına kabul ettirebilmek adına çaba gösterirken, benliğimizi reddetmiş oluruz.

 

“Yaşamak istemediğimiz” duyguları kabul etme ve gerçek anlamda yaşayabilme fırsatını tatmadan yaşamak, sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürmemize zarar vereceği gibi gerçekçi iyimserlik anlayışını benimsememize de engel olur.

Duyguları Bastırmak

Duyguları Bastırmanın Bedeli

Duygularımızı bastırmanın psikolojik sağlığımız üzerindeki olumsuz etkileri hakkında çok şey yazılmıştır. Carl Rogers ve Nathaniel Branden gibi psikologlar, duygularımızı inkâr etmemizin kendimize duyduğumuz saygıya nasıl zarar verebileceğini gösterdiler.

 

Düşüncenin bastırılması üzerine yaptıkları araştırmada Richard Wenzlaff ve Daniel Wegner, “insanda travma ve endişe yaratan konuları düşünmekten kaçınma eğiliminin, bu tür konuların yeniden zihnimize dönüşüne yol açarak endişe bozukluklarının kalıcı şekilde yaşandığı bir döngüyü tetikleyebileceğini” ortaya koyuyor.

 

Başka bir araştırmada “kişinin üzüntü ve karamsarlık içeren düşüncelerini aşırı derecede bastırdığını kendi sözleriyle ifade ettiği durumlar ile depresif belirtilerin daha şiddetli hâle gelmesi arasında yakın bir ilişki” olduğu belirlendi.

 

Wenzlaff ve Wegner’e göre, endişe ve depresyon gibi sorunlarla başa çıkmada belli düşünceleri bastırıp kaçınmaya çalışmak yerine “istenmeyen düşünceleri kabullenip açıkça ifade etmek” yararlı bir yaklaşımdır.

 

Mükemmeliyetçi insan, sadece açığa vurmayı reddederek değil aynı zamanda kendine bu duyguları yaşama fırsatı vermeyerek gerçek hislerini inkâr eder.

 

Bunun sonucunda arzu ettiğinin aksine, bu duyguları daha da yoğunlaşır. Psikolog Daniel Wegner tarafından önerilen aşağıdaki basit deneyi yapmaya çalışın. On saniyelik süre boyunca beyaz bir ayı düşünmemek için kendinize Duyguları Bastırmaktelkin edin. Hiçbir şekilde beyaz bir ayı düşünmeyin.

 

Muhtemeldir ki, bu on saniyelik süre içinde beyaz bir ayı düşünmekten kendinizi alamadınız. Gerçekten beyaz bir ayı düşünmeyi bırakmak istiyorsanız, kendinize beyaz bir ayı düşünme olanağı tanımanız sizin için çok daha iyi olurdu.

 

Bu durumda, nasıl ki her düşünce zamanla yok olup gidiyor, bir süre sonra bu düşünce de kendiliğinden kaybolup gidecektir. Bir düşünceyi kasten bastırmaya mücadele etmeye ve önüne set germeye çalışmak, o düşünceyi ilk günkü gibi taze tutar ve daha yoğun şekilde hissedilir hâle getirmekten başka işe yaramaz.

 

Aynı şekilde; endişe, öfke ya da kıskançlık gibi duyguları daha fazla bastırmaya, mücadele etmeye ve doğal akışını engellemeye çalıştığımızda, bu duygular giderek daha fazla yoğunlaşır. Hayata gerçekçi iyimserlik ilkesiyle yaklaşan insan bu durumun bilincinde olduğundan kendisine, acı ve üzüntü veren duyguları yaşama olanağı tanır. Çünkü gayet iyi bilir ki böyle davrandığında bu duygular giderek yoğunluğunu kaybedecek ve zaman içinde tamamen yok olacaktır.

 

Benim için en önemli güçlüklerden biri, toplum önünde konuşurken yaşadığım endişenin üstesinden gelebilmekti. İzleyicilerin karşısında heyecandan kalp çarpıntımı duymalarından emin olmamın ötesinde, söylemek istediğim şeyi hatırlamakta zorlanıyor, ağzım kuruduğundan konuşmakta güçlük çekiyordum.

 

Bu durum karşısında gösterdiğim ilk tepki, endişe hissinin doğrudan üstüne gidip beni sıkıntıya sokan bu duyguya müsamaha göstermeyi reddetmek oluyordu. Ne var ki tam bir hayal kırıklığına uğradım. Çünkü kurtulmaya çalıştığım bu duyguyu daha da yoğun şekilde hissetmeye başlamıştım. Endişemi bastırmaktan vazgeçip varlığını kabullendiğimde, bu hissin giderek azaldığını fark ettim.

 

Duyguları gerçek anlamda kabullenmek, belli bir koşula dayanmayacağı gibi başka bir amaca ulaşmanın bir aracı da olamaz. Kendimize insan olma hakkı tanımamızın tek nedeni bunu belli bir amaca ulaşmanın aracı olarak görüyor olmamız ise —örneğin daha fazla başarılı olmak istememiz— bu durum, duyguları sözde kabullenme diye düşündüğüm bir olguyla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.

 

Bu tutumun hiçbir faydası olmaz. Toplum önünde konuşma yaparken hissettiğim endişe söz konusu olduğunda, kendi kendime “Tamam, sakin bir tavırla mükemmel bir konferans verebilmek için endişe hâlini kabullenme denen bu yöntemi uygulayayım” diyerek işe başlamak hiçbir işe yaramayacaktır.

 

Gerçek duygularımızı olduğu gibi kabullenmek ve gerçek anlamda bu duygularla iç içe yaşamak konusunda istekli olmalıyız. Bizi üzen bu duyguların hayatımız üzerindeki etkisi istediğimizden fazla sürse de bu durumu kabullenmek zorundayız. Bize

üzüntü veren duyguları gerçek anlamda kabullenmek ise, üzgün olduğumuzu kabul etmek ve bu durumu kabullendikten sonra da daha iyi hissedeceğimizin garanti olmadığını baştan kabul etmek demektir.

 

Mükemmeliyetçi insan ile gerçekçi iyimser arasındaki temel fark, duyguları içten bir şekilde kabullenmektir.

Bir sonraki konumuza buradan devam edebiliriz. Ama önce çay/Kahvelerinizi hazırlayın.