Başlangıçta, kadın evde oturup ev işleriyle ilgilenir, çocuklara ve eşine bakarken, evin erkeği sabah işe gider, akşam eve dönerdi. Sonra II. Dünya Savaşı başlayınca erkek Avrupa’ya veya Pasifik’e gitmek üzere evinden ayrıldı. Savaşta yapılan mücadeleye kadının destek vermesi, erkek geri dönene kadar geçici olarak günün belli bir bölümünü fabrikada geçirmesi istendi. Bu sayede erkeğin nasıl bir hayat yaşadığım anlayan —yasak ağacın meyvesini tadan— kadın giderek daha fazlasını istemeye başladı.
Evin dışında çalışmaktan hoşlandığının farkına varan kadınların sayısı hiç de az değildi. Erkekler de kadınların çalışmasına razı oldu —kimileri gönülsüz olarak, kimileri memnuniyetle. Dünya değişiyor, ancak bazı şeyler aynı Alice D. Domar’a göre: Kadınlar evin dışında çalışsalar da evin içindeki rolleriyle ilgili beklentiler hâlâ oldukça yüksekti. Pek çok konuda uzun bir mesafe almış olmalarına rağmen yemeği hazırlayıp masaya koymak, çocuklara bakmak, çamaşır yıkamak, evi temizlemek, akrabalara doğum günü kartları göndermek ve kocalarına cinsel tatmin sağlamak zorundaydılar.
Toplum, kadınlara şöyle diyordu: Tabii ki, her şeye sahip olabilirsiniz, ancak bunların hepsini yapacaksanız, iyi yapmalısınız. Günümüzde hâlâ genellikle kadınlar ev işini erkeklerden daha fazla yapıyor olsa da her şeyi yapmak zorunda olan ve hatta iyi yapmak zorunda olan sadece kadınlar değil. Giderek artan sayıda erkeğin, ev işlerine daha fazla katkıda bulunması ve çocuklarını yetiştirme sürecine daha fazla katılması isteniyor, gerekiyor ve evet, bazen de bunu kendileri istiyor.
DÜNYANIN KADINLARA BAKIŞI
Hem kadınların hem erkeklerin daha fazla ayrıcalık ve sorumluluklara sahip olduğu yeni bir dünya düzeni oluşmuştu. Ancak maalesef, elde ettiği bütün önemli başarılara rağmen feminist devrim, dünyanın kendi etrafında dönüşünü yavaşlatamamış, günlerin yirmi dört saatten fazla olmasını sağlayamamıştı. Böylece, elimizdeki zamana olan talepler önemli ölçüde artmış olsa da zamanımızda herhangi bir artış olmadığı gibi taleplerde de azalma yaşanmadı.
Hem kadınların hem erkeklerin 1950 ve 1960’lı yıllara göre daha uzun süre çalışması beklendiğinden aslında bunun tam tersi geçerlidir. Ancak pek çok kadının ve bazı erkeklerin yaşadıkları çevreden devamlı olarak aldıkları mesaj, her şeyi yapabilmeleri gerektiği ve de iyi yapmak durumunda olmalarıydı. Domar’ın söylediği gibi, “1990’Iar boyunca ve sonraki yıllarda kitle iletişim araçları, hayatın her alanında tam anlamıyla mutlu olmayı ulaşılması mümkün olan bir hedef olarak tanımlamaya devam etti.”
Erkek ve kadın, memnuniyet denen kasabadan resmen kovulmuştu. Daha eşit ve adil olmakla birlikte, daha fazla zorluklarla dolu olan yeni dünyalarında acaba mutluluğu bulabilirler mi? Çoğu kimseye göre bu sorunun yanıtı, “işle yaşam arasında denge” kurabilmekte yatıyor.
Peki, iş-yaşam dengesinin kurulması durumunda nasıl bir hayatımız olur? Gerçek dünyanın, 21. yüzyılın hayatımıza getirdiği sınırlamaları göz önüne alırsak, yapmamız gereken işlerle yapmak istediğimiz şeyler arasında denge kurabilmek için izlenecek en doğru yol ne olmalı?
Yirmili yaşlarımda, içimdeki mükemmeli arayan ihtiraslı adam, hayatta gerçekten her şeye sahip olmamın mümkün olduğuna inanıyordu. Uzun saatler boyunca işte çalışıyordum. Biraz sosyal hayatım vardı. İşimle hayatımın geri kalanı arasındaki dengesizlikten genel olarak memnun sayılırdım.
Sonra evlendim, çocuklarım oldu, doğal olarak önceliklerim de değişti. Hiçbir şey için yeterli zaman bulamıyordum hem işte hem evde yapmak istediğim şeyleri yapamıyor olmanın artan şekilde rahatsızlığını duyuyordum. Ulaşmak istediğim pek çok hedef vardı; ancak ne kadar çok çalışsam da ailemle ne kadar fazla zaman geçirsem de yaptıklarımın yeterli olmadığı hissine kapılıyordum.
Çocuğuma istediğim kadar zaman ayırıp onlarla yeteri kadar ilgilenemiyordum. Eşim ve ben arzu ettiğimiz kadar sık dışarı çıkamıyorduk. İşyerinde tamamlanması gereken işlerde yeterince hızlı değildim. Yakın arkadaşlarımla çok az birlikte olabiliyordum.
Yoga ve egzersiz yapma konusunda beklentilerimin çok gerisinde kaldığımın farkındaydım.
HAYATIMIZA BÜTÜNSEL BAKIŞ
Bütün olarak içinde bulunduğum durumu düşündüğümde benim için başarılı olmanın önemli olduğu beş alan saptadım:
- Baba olmak
- Eş olarak,
- Mesleğim olması,
- Arkadaşım olması
- Kişisel sağlığım
Bu beş alan benim için içlerinde en önemli olanlarıydı. Zamanımın büyük bir bölümünü bu alanlarla ilgilenerek geçirmek istiyordum.
Bu konuda çözüm geliştirmeme yardımcı olmak üzere bu beş alanın her birinde kendime uygun bir rol modeli bulma arayışına girdim. Bu işlerden bazılarını gayet iyi yapan kimseler bulsam da bunlardan hiçbiri bu beş alanın tümünde, hatta çoğunda bana rol modeli olacak kadar iyi örnekler değildi. Görüşüne başvurduğum kuruluşlardan birinde yöneticilik yapan biri, iş hayatında oldukça başarılı olduğu hâlde aile hayatı tam bir felaketti.
Bir arkadaşım mükemmel baba olmanın yanında iş hayatında oldukça başarılıydı ama eşiyle birlikte çok az zaman geçiriyor ve sağlığına hiç önem vermiyordu, Tanıdığım bir çift, iş hayatında elde ettikleri başarılarla kendilerini kanıtlamış olmanın yanında birbirlerine yeterli zaman ayırabiliyorlardı ama onların da çocukları yoktu ve çocuk sahibi olmak istemiyorlardı. Eski bir sınıf arkadaşım haftanın altı günü her defasında doksan dakika spor salonunda çalışma yapıyordu ama ilk çocuğunu dünyaya getirdikten sonra işine geri dönmemeye karar verdi. Bu ve bunun gibi kimseler belli tercihler yapmışlardı. Bunlardan bazıları yapmış oldukları tercihlerden gayet memnun görünüyorlardı.
Ancak ben baba olarak üzerime düşen görevlerden, insanlarla olan ilişkilerimden, mesleğimden, dostlarımdan ve sağlığımdan ödün vermek niyetinde değildim. Peki, bu bakış açım ne zaman değişti?
Günümüz dünyasında bir insanın önünde seçim yapabileceği iki farklı yol olduğunu düşünmeye başladım;
- Yaşamdaki birkaç alandan tamamen vazgeçmek veya
- Hayatın bütün alanlarında istediklerini yapamamış olmanın yarattığı hayal kırıklığına kendisini mahkûm etmek.
Acaba üçüncü bir yol olabilir miydi?
Evet, üçüncü bir yol daha var:
Gerçekçi iyimserliği ilke edinmiş insanın izlediği yol. Bu yöntemi bulduktan sonra şu anda hayatımdan genel olarak çok daha memnun olduğumu söyleyebilirim. Bu aşamaya ulaşmak, hayatımda önemli değişiklikler yapmamı, zamanımı ve beklentilerimi yönetme tarzımı yepyeni bir yaklaşımla ele almamı gerektiriyordu.
GERÇEĞİ KABULLENMEK
Birinci aşama, hayatta her şeye birden sahip olmamın mümkün olmadığı gerçeğini kabul etmekti. Günde on dört saat çalıştıktan sonra sağlıklı ve zinde kalarak eşine ve çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirebilen ilgili bir eş ve baba olamayacağınız açık bir gerçek olsa da mükemmeli arayan hayal dünyamda hiçbir şey imkânsız değildi.
İkinci aşamada yaptığım şey, benim için önemli olan bu beş alanın her birinde kendime neyin yeteri kadar iyi olduğunu sormak oldu.
Mükemmel bir dünyada, günün on iki saatini işimle uğraşarak geçirirdim; gerçek dünyada ise saat dokuzdan beşe kadar işte olmak yeteri kadar iyi bir çalışma süresiydi —bu, değerlendirmek istediğim bazı fırsatları reddetmek anlamına gelse de.
Her şeyin mükemmel olduğu bir dünyada yaşasam haftada altı defa doksan dakika süreyle yoga yapar, yine o kadar bir süreyi de spor salonunda çalışarak geçirirdim; hâlbuki gerçek dünyada haftada iki kez bir saat yoga yapmak ve haftada üç defa otuz dakika süreyle tempolu yürüyüş yapmak benim için yeterince iyi bir egzersiz sayılırdı.
Aynı şekilde, haftada bir kez eşimle birlikte dışarı çıkmak, haftada bir arkadaşlarla buluşmak ve geri kalan akşamları evde eşim ve çocuklarımla beraber geçirmek, mükemmeli arayan biri olarak ideallerimin bir hayli gerisinde kalsa da bu kadarıyla yetinmek durumundaydım.
Anlayabildiğim kadarıyla, bunların tümü mevcut koşullarda bulabileceğim en iyi çözümdü —hayatımdaki çeşitli zorunluluk ve sınırlamaları göz önüne aldığımızda yapabileceğim en iyi şey buydu.
Yeteri kadar iyi diye tanımladığım bu yeni yaklaşımı hayatıma uygulamak beni bir hayli rahatlatmıştı. Hayatla ilgili beklentilerimi yeni baştan gözden geçirerek bazı değişiklikler yaptıktan sonra istediklerini yapamıyor olmamın verdiği öfke ve rahatsızlık gitmiş, yerini yeni bir memnuniyet ve tatmin duygusu almıştı. Ayrıca, hiç beklemediğim şekilde daha enerjik olduğumu ve yaptığım işe daha iyi odaklandığımı fark ettim.
HER ŞEYİ BİR SEFERDE YAPMAK
Her şeyi yapmaya çalışırken yaşadığım öfke ve hayal kırıklığı gibi olumsuz duygular, kısmen aynı anda tek bir işe odaklanmada güçlük çekmemden kaynaklanıyordu. Örneğin, ofiste yarım kalan pek çok iş olduğu duygusuna kapılarak çocuklar evdeyken araya işimle ilgili telefonları ve elektronik iletileri sıkıştırmaya çalışırdım. Evde konuşmalarımızın sürekli olarak kesilmesi yüzünden yaptığımız sohbetten tatmin olmadığımız için işyerinde çalışırken eşimle telefonda uzun süre konuşurduk.
Egzersiz bisikletinde kitap okumaya çalışsam da bunda pek başarılı olduğumu söyleyemem. Çocuk pozisyonunu alıp yoga minderinin üzerine oturup dinlenmeye çalıştığımda aklım sürekli olarak çocuklarıma takılıyordu.
‘Çokeşli” yaşamı benimsemiş biri olarak pek iyi bir örnek sayılmazdım. Bu alanların her birinde kendimi tatmin olmuş hissetmediğimden, aynı anda birden fazla faaliyetle uğraşarak bu durumu telafi etmeye çalışıyordum.
Mükemmeliyetçi İnsanın hayal dünyasından sıyrılarak yeteri kadar iyi anlayışına dayanan gerçekçi iyimserlik yaklaşımına geçiş yaptıktan sonra, önceleri pek farkında olmasam da aynı zamanda “sürekli tekeşli” yaşamı benimseyerek farklı faaliyetlerin her birini ayrı zamanlarda yapan biri hâline geldim.
Çocuklarımla birlikte olduğumda, bilgisayar ve telefonu kapalı hâlde bulundurup bütün benliğimle onlarla birlikte oluyordum; arkadaşlarımla beraber vakit geçirdiğimde bütün ilgi ve dikkatimi onlara veriyordum; eşimle birlikte dışarı çıktığımızda duygularımızı ve sevgimizi paylaşacağımız o zaman dilimi tamamen bize aitti; işyerinde çalışırken, yazı yazarken şu anda olduğu gibi telefonumu ve elektronik postamı kapalı tutuyor, kendimi tamamen yaptığım işe veriyordum. Dışarıda çalışırken zihnim ve bedenim arasında oluşan uyumlu bütünlüğü düşünmenin verdiği keyfi doyasıya yaşıyordum.
Çokeşli yaşamı benimsemiş, hiçbir şeyden tatmin olmayan biri olmayı bırakmış, yaptığı işlerden çok daha fazla tatmin olan düzenli bir tekeşli hâline gelmiştim.
YETERİ KADAR İYİ OLMAK
Yeteri kadar iyi adı verilen yaşam tarzı, sabit bir formülü ifade etmez. Çünkü idare edecek kadar iyi ifadesi kişiden kişiye değişen bir kavramdır. Farklı insanlar farklı şeylere önem verir. Her insanın belli bir şiire düşünüp kendisi için en önemli olan alanları belirlemesi gerekir.
Bazıları için iş hayatı ve dostları yaşamındaki en önemli ilgi alanları olabilir. Kimileri için aile ve seyahat, listenin ilk sıralarında yer alabilir.
İdare edecek kadar iyi diye ifade ettiğimiz kavram, zaman içinde değişeceğinden gerçekçi iyimserliği ilke edinmiş olan insanın hayatın akışına ayak uydurma ve değişimi kabullenme gibi niteliklere sahip olmasını gerekli kılar.
Örneğin, çocuklarınız büyüyüp daha bağımsız hareket etmeye başladıkça, eskiden olduğu kadar uzun süre evde olmayabilirler. Böyle durumlarda onlarla geçirmeyi düşündüğünüz zamanın bir bölümünü başka alanlardaki faaliyetlere ayırabilirsiniz.
İşiniz gereği bazen uzun saatler boyunca çalışmak durumunda kalabilirsiniz. Çok sevdiğiniz birinin yardımınıza ihtiyacı olabilir ve siz de diğer faaliyetlerden fedakârlık ederek ona daha fazla zaman ayırmayı tercih edebilirsiniz. İdare edecek kadar iyi adı verilen yaklaşımın altında yatan temel düşünce, bir bütün olarak hayatımızdaki sınırlamaları kabul etmemiz gerektiği ve sonra da yapacağımız faaliyetlere mevcut koşullar içinde en uygun ölçüde zaman ayırıp çaba göstermeyi öngörür.
Benim için işlerin mükemmel gittiğini söylemek çok zor. Kimi zaman şu ya da bu faaliyet için keşke daha fazla zamanım olabilse dediğim oluyor. Bazen eşim ve çocuklarım yatıp uyuduktan sonra yorgun ve bitkin bir hâlde gecenin geç saatlerinde elektronik postama göz atıp bazı mesajlara cevap yazmam gerektiğini fark ediyorum. Arada hiç spor yapamadan geçirdiğim günler oluyor. İşlerin mükemmel olmadığı bir gerçek: ancak yine de idare edecek kadar iyi olduğunu söyleyebilirim.
BİRAZ DÜŞÜNELİM
Hayatınızda sizin için en önemli alanlar hangileridir?
Peki, idare edecek kadar iyi diye ifade ettiğimiz düzeyin bizim için gerçekten idare edecek kadar iyi olduğu söylenebilinir mi?
Bu yeni yaklaşımı, ilk keşfettiğim zaman verdiğim liderlik seminerine katılan öğrencilerle paylaşmak istiyordum, İdare edecek kadar İyi kavramı çerçevesinde şekillenen anlayışın, tartışmakta olduğumuz iş hayatı ile gerçek yaşam arasında denge kurma problemini çözmeye katkıda bulunabileceğini düşünüyordum. Ne var ki erkek öğrenciler başta olmak üzere öğrencilerin bir kısmı bu düşünceye beklediğim kadar olumlu yaklaşmadı. Onlara göre bu, tamamen taviz vermek anlamına geliyordu.
İnanıyorum ki vermiş oldukları tepki, kısmen içinde bulundukları yaş ve dönemle ilgiliydi. Henüz yirmili yaşlarda olmaları nedeniyle çoğu, aile ve meslek hayatının getirdiği güçlük ve kısıtlamaları daha yaşamamışlardı.
Ancak bunun dışında, her yaştan farklı deneyimlere sahip olan pek çok kimse idare edecek kadar iyi diye ifade edilen bu yaklaşımı, bir şeyi “mümkün olan en alt düzeyde yapmak” şeklinde anlıyordu. Öğrencilerimin hepsi, geçmiş yaşamlarında kafalarına koydukları şey ne olursa olsun, o işi idare edecek kadar yapmaktan tatmin olmayan, başarıyı kovalayan hırslı insanlardı.
Aslında, yeterince iyi adı verilen bu yaklaşım insanın yapacağı faaliyetleri en iyi şekilde yapabilmesini, en uygun ve etkili performans düzeyine ulaşmasını sağlar. Mükemmeliyetçi insanın hayatın her alanında mükemmele ulaşmaya çalışan dar bakış açısından dolayı ödün verme ve hüsran kaçınılmaz hâle gelir: Zamanla ilgili gerçek kısıtlamalar göz önüne alındığında, her şeyi yapmak imkânsızdır.
İKİ KARŞIT ŞEY ARASINDA ÖDÜN VERMEK
Sadece Yeteri Kadar adlı kitaplarında, Laura Nash ve Howard Stevenson şöyle der: “Bir şeyi azami düzeye çıkarma ifadesinin tanımı gereği, iki karşıt şey arasında ödün vererek bir denge oluşmuşsa, bu durumda en üst düzeye çıkmanız olanaksızdır.”
Sınırlı bir kaynak olan zamanı nasıl kullanacağımıza karar verdiğimizde iki karşıt şey arasında ödün vererek bir denge kurmak, kaçınılmaz bir durumdur. Ancak, her şeyi en üst noktaya çıkarmak mümkün olmasa da mevcut koşullarda elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışabiliriz. Mükemmeliyetçi insan gerçeğe dar açıdan baktığı için belli konularda ödünler vererek hayatta bir denge kurmanın kaçınılmaz olduğunu ayırmanın yollarını arar.
Aksine, gerçekçi iyimserlik ilkesini benimsemiş olan insan, sistemin farklı parçaları arasında bir denge kurarak içinde bulunduğu durumda olabildiğince iyi bir çözüm bulmaya çalışır. Yeterince iyi anlayışını esas alan yaklaşım, mükemmelliğin gerçekçi olmayan beklentilerinden vazgeçerek, onun yerine mevcut durumda mümkün olan en iyi yaşama yönelmeyi öngörür.
Bana göre yeteri kadar iyi anlayışına dayanan yaşam tarzını hayatına uygulamak benim bir işi daha iyi yapamayacağım anlamına gelmiyordu —geçmişte yapabilirdim ve bugün de yapabilirim. Ancak bu, gerçekçi olacaksam aşırıya kaçmayan, dengeli bir yaşam tarzı benimsemek durumunda olmam gerektiği anlamına geliyor.
Yaklaşım tarzının değişmesiyle birlikte değerlerim de değişmiş değil. Ailem hayatımın en önemli parçası ve meslek hayatımda yirmili yaşlarıma göre daha az hırslı olduğum söylenemez. Hayatımdaki tek fark, daha önce izlemediğim bir yoldan gitmek ve yeterince iyi olan bu yolda ilerlemekti —bu durum, yaşamımda gerçekten önemli bir fark yaratıyor.