Farkındalık

Gerçeği Kabullenmek

Gerçeği Kabul Etmek

İki kere ikinin dört ettiği doğrudur. Bunun için tabiatın tavsiyene ihtiyacı olmadığı bir gerçek. Yapacağın tercihler veya tabiata egemen olan kanunları onaylayıp onaylamadığın, onun umurunda olmasa gerek. Tabiatı olduğu gibi kabul etmeli, yaşadığın her olayın olası tüm sonuçlarına katlanmalısın – Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Bu yazımız, mükemmeliyetçi felsefeyi ve daha açık bir ifadeyle gerçeğin ne olduğunu inceleyen felsefenin dallarından metafiziği konu alacak. Mükemmeliyetçilik hakkında yapılan araştırmalarda metafizik önemli bir yer tutar. Çünkü, mükemmeliyetçi insanın pek çok özelliğini belirleyen unsur, ister başarısızlık veya acı veren duygular, ister başarı biçiminde olsun, gerçeği reddetme eğiliminde olmasıdır.

Mükemmeliyetçiliğin düşünsel kökenlerini araştırdığımızda Batı felsefesinin kurucusu olan Eflatun (Platon)’a kadar gidebiliriz. Eflatun’un öğrencisi olan Aristo, öğretmeniyle yollarını ayırıp gerçekçiliğin önemini anlatarak bir anlamda gerçekçi iyimserlik anlayışının temellerini atmış oldu.

Eflatun ve Aristo’nun felsefeleri arasındaki fark, Eflatun’un eliyle gökyüzünü, Aristo’nun yeryüzünü işaret ettiği Raphael’in Atina Okulu adlı resminde açıkça ifade edilir.

Aristo ve AflatunMükemmeliyetçi Eflatun (solda) ve gerçekçi iyimserlik ilkesini benimseyen Aristo.

Bu iki ünlü filozofun benimsemiş oldukları farklı felsefi yaklaşımlar hakkında ciltlerce kitap yazılmış olsa da ben daha ziyade onların psikoloji konusunda benimsedikleri farklı yaklaşımlara ve özellikle de psikolojinin mükemmeliyetçilikle ilgili boyutu üzerine odaklanmak istiyorum.

 

Umduğunla bulduğun arasındaki fark

UMDUĞUNLA BULDUĞUN ARASINDAKİ FARK

Mükemmeliyetçi bir hayat anlayışına sahip olan Eflatun eliyle yaptığı işaretle, tanrıların yaşadığı gökyüzünü, doğaüstü âlemi, mükemmeli gösteriyordu. Gerçekçi iyimserliği benimsemiş olan Aristo ise bu dünyayı, içinde yaşadığımız fiziksel âlemi, gerçeği işaret ediyordu.

Eflatun’a göre, gerçeğin temel yapı taşları biçimlerdir. Çevremizde gördüğümüz fiziksel nesnelerin özünde bu biçimler vardır.

Yaşadığımız dünyanın gerçek olduğunu sandığımızı, ancak dünyanın aslında gerçek olmadığını düşünen Eflatun, mağarada yaşayan, yüzü mağaranın içine dönük insanlara benzediğimizi, geriye dönüp dışarı çıkmamızın mümkün olmadığını söyler.

İdeal biçimlerin âlemi olan gerçek dünya, mağaranın dışındaki dünyadır. Mağaranın dışında yanmakta olan ateşin gölgesi mağaranın duvarına vurduğu için biz sadece ateşin gölgesini görürüz.

Bu örneği günümüze uyarlayarak ifade edelim: Aslında hayatımızı bir sinema salonuna hapsolmuş gibi yaşarız. Sinemanın kocaman perdesinde seyrettiğimiz dramatik olaylara kendimizi öylesine kaptırırız ki içinde bulunduğumuz kötü durumun çoğu zaman farkına bile varmayız.

İzlemekte olduğumuz hayal dünyasında algıladığımız her nesne, aslında gerçek dünyada var olan mükemmel biçimin yansımasından ibarettir; gördüğümüz atlar, mükemmel atın kusurlu olarak yansımış hâlidir; çevremizde gördüğümüz insanlar gerçek değil, mükemmel insanın hatalı taklitleridir.

Eflatun’a göre, gerçeği bilmek mümkündür ama bu, ancak yaşantılarımız, duygularımız ve duyularımızın bize dünya hakkında söylediği şeylerin -ona göre hatalı olan— etkisinde kalmadan felsefi düşüncelere dalmak suretiyle olabilir.

Eflatun’un tersine, Aristo’nun gerçeğe bakış tarzının dünya üzerindeki yaşantımızla çelişen bir tarafı yoktur. Eflatun’a göre birbirinden ayrı İki dünya vardır: Biçimlerin yer aldığı mükemmel dünya ve duyularımızla algıladığımız mükemmel olmayan dünya.

Öte yandan, Aristo’ya göre sadece tek bir dünya, tek bir gerçek vardır; o da duyularımızla algıladığımız dünya. Duyu organlarımız sayesinde gerçek hayati yaşar ve bu yaşantılardan zihinsel resimler ya da sözler şeklinde biçimler geliştiririz. Bir at hakkında zihnimizde oluşturduğumuz resim, gerçek hayatta atla ilgili dolaylı veya doğrudan yaşadığımız olaylara dayanır.

İnsan sözcüğünün ne anlama geldiğini, İnsanlarla kurduğumuz dolaylı veya doğrudan ilişkilerimiz sayesinde biliriz.

Eflatun’a göre, içinde yaşadığımız dünyada ne varsa her şeyin temelinde biçimler vardır. Bu biçimleri anlayabilmenin tek yolu, günlük hayatta yaşadıklarımızdan bağımsız olarak işleyen aklımızı kullanmaktır.

Olay ve Düşünce Bağlantısı

OLAY ve DÜŞÜNCE BAĞLANTISI

Eflatun’a göre düşünceler, yaşantının önünde gelir. Aristo’ya göre biçimler, yaşadığımız hayatın gerçeklerinden sonra gelir. Çünkü biçimler, aslında içinde bulunduğumuz dünyadaki gerçek yaşantılarımızın etrafında şekillenir.

Sadece gerçek hayatta yaşadığımız olaylara dayanan biçimleri anlayabileceğimiz için yaşantılar düşüncenin önünde gelir.

Bu iki farklı felsefeden psikolojik anlamda önemli sonuçlar çıkarılabiliriz. Eflatun’a göre yaşantılarımız, aslında gerçek diye söz ettiği şeyin yansımalarından başka bir şey değildir. Hakikati (biçimlerin dünyasını) öğrenme arayışında bu yaşantılar önemli bir engel teşkil eder.

Sonuç olarak yaşadığımız bir olay zihnimizdeki düşünceyle çelişki oluşturuyorsa yapmamız gereken şey, yaşantıyı reddetmek olmalıdır. Örneğin, yaşadığımız olaylar—başkalarının yaşantılarıyla ilgili gözlemlerimizi de içeren— başarılı olmak için başarısızlığa uğramanın gerekli olduğunu öğretmiş olabilir.

Ancak hayat anlayışımız Eflatun’un görüşüyle örtüşüyor ve başarıya giden yolu, engellerin bulunmadığı düz bir yolda yapılan mükemmel bir yolculuk olarak görüyorsak gerçek olayları görmezden gelip sadece zihnimizde tasarladığımız düşüncenin gerçek olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte mükemmeliyetçi insanların hayat görüşü böyle şekillenir.

Aristo’ya göre gerçek dünyada yaşadığımız olaylar hakikati öğrenmede büyük önem taşır. Bu nedenle, gerçek hayatta yaşadıklarımız, zihnimizdeki herhangi bir düşünceyle çelişecek olursa, o düşünceyi reddetmek yoluna gitmeliyiz.

Örneğin, başarıya giden tek yolun, sürekli olarak deneme ve yanılmaların yaşandığı yol olduğunu görüyorsak, o zaman başarıya uzanan yolda başarısızlığa yer olmadığı yönündeki kendimize veya başkalarına ait düşünceyi reddetmemiz gerekir. İşte gerçekçi iyimserliği ilke edinmiş olan insan, hayat görüşünü bu şekilde oluşturur.

“Kendimi üzgün hissetmeyi reddediyorum” ya da ‘başarısızlığı reddediyorum” gibi sözler söylemek, platonik bir yaklaşım olmaktan öteye gitmez. Bu aslında, nasıl olmamız gerektiğine inanıyorsak o düşünceye öncelik vererek gerçeği reddetmeye çalışma girişimidir.

“Kendimi üzgün hissetmek istemiyorum ama bu duyguyu gayet doğal karşılıyorum” ya da “Başarısızlıktan hoşlanmıyorum, ancak bir miktar başarısızlığın kaçınılmaz olduğu gerçeğini kabul ediyorum” gibi sözler söylemek, Aristo tarzında bir yaklaşımı ifade eder.

Bu düşünce tarzı, yaşadığımız ve gözlemlediğimiz gerçeğin her şeyden önce geldiğini kabul eden bir anlayışı içerir. Diane Ackerman, Eflatun’un mükemmeliyetçilik üzerindeki etkisinden söz ederken şöyle der: “Eflatun, Dünya üzerindeki her şeyin ideal şeklinin cennette bulunduğuna dair düşüncesini kaleme aldığında pek çok insan, söylediklerini kelime anlamıyla almıştı.

Ancak Eflatun’un ideal biçimlerinin önemi, onların gerçek olmasından değil, bizim kusursuz olan için duyduğumuz arzudan kaynaklanır.” Kusursuz olana duyulan arzu, bizi içinde bulunduğumuz durumdan sürekli olarak memnuniyetsizlik duymaya mahkûm eder; “en güzelimiz bile kendimizi sabırsızlıkla kuğulara dönüşmeyi bekleyen, ebediyen çirkin kalmaya mahkûm ördek yavruları gibi hissederiz.”

BİRAZ DÜŞÜNELİM

Eflatun’un felsefesinin insanlar için çekici olan tarafı nedir? Bu felsefenin tarih boyunca büyük etkiler yaratmış olmasının nedeni nedir? Aristo’nun düşüncelerinin insanlar için çekici olan tarafı nedir? Bu fikirler neden bu denli büyük etki yaratmıştır?

Sosyal Kurumlar

SOSYAL KURUMLAR

Stanford Üniversitesi Hoover Enstitüsü’nde çalışan Thomas Sowell’in yaptığı bir araştırma, Eflatun ve Aristo’nun ortaya koyduğu farklı bakış açılarının önemini anlamamıza yardımcı olabilecek nitelikte saptamalar içeriyor.

Sowell’in yaptığı bu çalışma, temelde siyaset bilimiyle ilgili olsa da genel olarak psikoloji konusunu ve özel olarak da mükemmeliyetçi yaklaşımı ve gerçekçi iyimserlik adı verilen tutumu daha iyi anlamamızı sağlayacak bazı sonuçlar ortaya koyuyor.

Sowell, bütün siyasi çatışmaların insan tabiatı hakkındaki iki farklı görüş arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığını belirtiyor: Sınırlı bakış açısı ve sınırsız bakış açısı.

Sınırlı bakış açısı yönünde eğilim gösteren kişiler, insan doğasının değişmeyeceğine, insanı değiştirmeye yönelik çabaların zaman kaybı olacağına ve hiçbir işe yaramayacağına inanırlar. Moda, teknoloji, arazi yapısı ve kültür zaman içinde değişebilir, ancak insanın doğası sabit kalır.

İnsan olarak hepimizin belli kusurları olması kaçınılmaz bir durumdur; yapabileceğimiz en iyi davranış, tabiatımız gereği olan özellikleri, bize getirdiği sınırlamaları ve mükemmele ulaşmanın mümkün olmadığını kabul etmek ve sonra da sahip olduğumuz olanaklar çerçevesinde elimizden geleni yapmaya çalışmaktır.

Kendi doğamızı değiştiremeyeceğimize göre, tabiatımız gereği sahip olduğumuz özellikleri doğru hedeflere yönlendirecek sosyal kurumlar oluşturmalıyız.

Tersine, sınırsız bakış açısını benimseyen kişiler, insan doğasını değiştirip geliştirmenin mümkün olduğuna inanırlar; her probleme çözüm bulmak mümkündür ve mükemmele ulaşma hedefinden ödün vermemiz, kusurlu yönlerimiz olduğu gibi bir düşünceyi kabul etmemiz doğru bir yaklaşım değildir.

Sosyal kurumların rolü, bir canlı olarak insan neslinin doğru yönde ilerlemesini sağlayacak değişimi gerçekleştirmektir. Bu nedenle bazen kendi doğamıza karşı gelecek şekilde davranmamız, ona hükmetmemiz gerekebilir.

Sowell şöyle diyor: “Sınırsız bakış açısında insan doğasının kendisi de değişkendir ve hatta değişmesi gereken temel bir değişkendir.”

Genelde, her iki tarafta yer alan insanların iyi niyetle yola çıktığına kuşku yok. Ne var ki, insan tabiatını aslında farklı şekilde yorumladıkları için çok farklı politik sistemler öngörürler. Doğası gereği insanın belli sınırları olduğuna inanan kimseler tipik olarak serbest piyasa modeline dayalı kapitalist anlayışı benimserken, sınırsız bakış açısına sahip olanlar Komünizm de dâhil olmak üzere çeşitli ütopya biçimlerini destekleme eğilimi gösterirler.

Kapitalist SistemKapitalist sistem, bireyin çıkarcı anlayışını toplum için ortak faydayı hedefleyen doğrultuda yönlendirmeye çalışır. İnsanın doğasında var olan kendi çıkarını düşünme eğilimini değiştirmek gibi bir girişimde bulunmaz.

İnsanın yapabileceklerinin belli bir sınırı olduğunu öngören bakış açısıyla serbest piyasa ekonomisinin ortaya çıkmasını sağlayan İskoçyalı Filozof Adam Smith şöyle der: “Yemeğimiz önümüze geliyorsa bu, kasabın, bira üreticisinin ya da fırıncının iyilik yapmayı seven insanlar olmasından dolayı değil, kendi çıkarlarını düşünerek ortaya bir emek koymalarındandır.

Onlardan beklentimiz insani taraflarıyla değil, kendilerini düşünmeleriyle ilgilidir. Onlarla konuşmalarımız kendi ihtiyaçlarımızla değil, onların yararına olan şeylerle ilgilidir.”

Felsefi anlamdaki bu ayrımın diğer tarafında, insanın yapabileceği şeylerin sınırsız olduğu anlayışına dayanan komünizm vardır. İnsanın doğasına karşı âdeta bir meydan okuyuş şeklinde ortaya çıkan komünizm, insanın doğası gereği taşıdığı özellikleri farklı taraflara yönlendirmek yerine tamamen değiştirmeye çalıştı.

“Yeni Sovyet Vatandaşı”nda kişisel çıkarını her şeyden üstün tutma anlayışının yerini başkaları için fedakârlıkta bulunma anlayışı alacaktı; insanlar temel içgüdülerine karşı gelip doğaları gereği içlerinde var olan eğilimlerin üzerine çıkacaklardı; insan tabiatının yerini insanüstü bir varlık alacaktı.

Bolşevik ihtilalinin liderleri arasında yer alan Leon Trotsky, 1920’lerin ilk yıllarında insanın doğası gereği sahip olduğu özellikleri değiştirmenin önemi hakkında Sosyalist Sistemşunları yazmıştı:

Canlı türleri arasında Homo Sapiens adı verilen insan bir kez daha kökten değişim sürecine girecek ve kendi elleriyle, en karmaşık yapay seleksiyon ve psikofiziksel eğitimlere tabi tutulacak. İnsan kendi duygularını kontrol altına almayı, içgüdülerini yüksek bilinç düzeyine çıkarmayı, onları şeffaf hâle getirmeyi, iradesinin gücünü en derin ve gizli noktalara kadar uzatmayı ve bu şekilde kendisini yeni bir düzleme yükseltmeyi, daha üst düzeyde bir sosyal biyolojik tür, âdeta bir süper insan modeli yaratmayı hedef hâline getirecektir.

İnsanı oldukça etkileyen bu sözler, komünizmin daha iyi bir insan ve ideal bir toplum yaratma vizyonuyla pek çok insanı baştan çıkarabileceğini açıkça gösteriyor. Ancak gerçeklerden kopuk bu fikir ve ideallerin, dünyanın dört bir yanında adı sanı bilinmeyen milyonlarca insanın ölümüne, katledilmesine ve acı çekmesine neden olduğu iyi bilinen bir gerçek.

Psikolog Steven Pinker, “modern dünyanın insanın doğasını inkâr eden yaklaşımına”, zihnimizin boş bir yazı tahtası olarak yaratılmış olduğuna, sahip olduğumuz her şeyi yaşantılarımızdan, kültürümüzden ve çevremizden edindiğimize dair inanca karşı çıkıyor. Boş levha kuramının insana cazip gelen yönlerinden biri, insan olarak tabiatımızı şekillendirmenin —başka bir ifadeyle, mükemmel hâle getirmenin— mümkün olduğudur:

İnsanın içini aydınlatan, iyimserlik ve umut veren çağrışımına rağmen, mükemmele ulaşmanın mümkün olduğu inancının bazı karanlık tarafları vardır. Bunlardan biri, insanı totaliter toplum mühendisliğine davet etmesidir.

Diktatörler genelde şöyle düşünürler: “İnsanların hafızası boş bir levha gibi ise, o zaman işi şansa bırakmak yerine bu levhaların üzerine yazılan şeyleri çok daha iyi kontrol edebiliriz,” 20. yüzyılın en kötü otokratlarından bazıları boş levha kuramına olan inançlarını açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Örneğin, Mao Tse-Tung’un ünlü bir sözü vardır: “En güzel şiirler boş bir sayfaya yazılır.” Khmer Rouge’un da bir sloganı vardır: “Sadece yeni doğmuş bir bebek lekesizdir. ”

smith-adamAdam Smith ve kapitalizmin diğer savunucuları Aristo felsefesini benimsemişlerdi; insan tabiatı denen bir şey olduğuna ve devletin bu gerçek etrafında inşa edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.

Komünistler ise Eflatun felsefesini savunuyordu. İdeal toplum biçimini tasarlamışlardı.
Hedefleri, mükemmel olmaktan uzak görünen dış dünyayı şekillendirerek ideal biçimi yansıtacak hâle getirmekti. Tıpkı heykeltraşlar gibi, insan tabiatının ütopik ideale uymayan yönlerini yontup atmaya çalışıyorlardı.

Eflatun ve onun gibi insanın yapabileceklerinin sınırsız olduğuna inananlar, insan olarak doğamızın nasıl olması gerektiği hakkında belli bir düşünceye sahip olduklarından mükemmele ulaşabilmek için olanca güçleriyle çaba gösterir ve bu yüzden de gerçek hâliyle tabiatımızı reddederler.

Hâlbuki, Aristo ve insanın yapabileceklerinin sınırlı olduğuna inananlar, insan doğasını olduğu gibi kabul eder ve sonra da mevcut koşullar altında elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırlar.

Hiç kuşku yok ki İnsan doğası hakkında benimsediğimiz görüşün bazı politik ve toplumsal yansımaları vardır. Ancak, bu bakış açısının bireysel düzeyde yarattığı sonuçların daha az önemli olduğu söylenemez.

Mükemmeliyetçi bir İnsan, açık veya gizli olarak, insanın yapabileceklerinin sınırsız olduğuna inanır. Acı veren duyguları reddetmekle kendi doğamızı reddetmiş oluruz; bu, aslında insan doğasını değiştirip geliştirmenin ve mükemmel hâle getirmenin mümkün olduğu yönünde bir inançtır.

Komünizmin ütopik ideali, kendi çıkarını düşünme içgüdüsünü tamamen ortadan kaldırıp onun yerine başkaları için fedakârlık yapma alışkanlığını kazandırmaktı.

Mükemmeliyetçi İnsanın ütopik ideali ise, acı veren duyguları tamamen ortadan kaldırmak, hayatta başarısızlığa yer vermemek ve gerçekçi temellere dayanmayan başarı düzeylerine ulaşmaya çalışmaktır.

Gerçekçi iyimser, insanın doğası gereği belli sınırlamalara tabi olduğu gerçeğini kabul eder. İçgüdülerimiz, eğilimlerimiz, bazılarının Tanrı vergisi olduğunu savundukları, başkalarının milyonlarca yıl içinde evrimleşme sürecinden geçerek şekillendiğini söyledikleri bir tabiatımız var.

Gerçek ne olursa olsun, bir ömür boyunca insanın bu tabiatı değişecek gibi görünmüyor. İnsan olarak doğamızı en iyi şekilde geliştirebilmek için onu olduğu gibi kabullenmeliyiz.

Gerçekçi iyimser, hayatın gerçeklerinin getirdiği sınırlamaları göz önüne alarak mükemmel bir yaşam değil, mevcut koşullarda mümkün olan en iyi yaşamı yaratma uğraşı verir.

İnsanın yapabileceği şeylerin hiçbir sınırı olmadığı düşüncesi, bireysel düzeyde olduğu gibi siyasi ve toplumsal düzeyde de zararlı sonuçlar yaratır. İyimserlik, bütün psikolojik sorunlara deva olacak bir yöntem olmasa da gerçekçi iyimserin yaşam kalitesi mükemmeliyetçi insana göre çok daha iyidir.

Sınırsız başarı elde edebileceğimiz ya da duygusal sıkıntılar olmadan yaşayabileceğimiz düşüncesi, insana çok etkileyici gelen bir ideal olabilir. Ancak bu, insanın hayatına yön veren bir hayat felsefesi değildir. Çünkü bu hayat anlayışı, uzun vadede tatminsizliğe ve mutsuzluğa yol açar.