Kabullenme
Hayatı doyum içinde yaşayabilmek için insanın gerçeği kabullenme iradesine sahip olması gerekir. Bu bağlamda “hayatı doyum içinde yaşayabilme” ifadesiyle kastedilen, “maddi ve manevi zenginliğe ulaşmaktır.”
Gerçeği —iyi ve kötü, zevk ve acı veren— olduğu gibi kabul ettiğimizde maddi ve manevi anlamda zenginleşir, bu zenginliği çevremize yayarız; gerçekler karşısında direnmek yerine kabullenmek yoluna gidersek tıpkı içinden akıl ve iyiliğin akıp gittiği bir kanal gibi oluruz. Bu düşünce biraz mistik gibi görünse de özü itibarıyla verdiği mesaj bilimsel nitelik taşır.
Bilim alanındaki devrimin felsefi öncüsü olan Francis Bacon, “Doğayı kontrol altına almak için ona uygun hareket etmek gerekir” demiştir. Bacon da maddi ve manevi anlamda zenginliğe ulaşmak, doğada potansiyel olarak var olan gücü kendi amaçlarımız doğrultusunda yönlendirmek için öncelikle gerçekleri olduğu gibi kabul etmek gerektiğini, gerçeklerden kaçmak yerine yüzleşerek mücadele etmenin daha doğru bir davranış olacağını savunur.
Ancak o anın kanunlarını ve işleyiş tarzını kabullenerek —doğanın gerçeklerinin değişebilir nitelikte olduğunu düşünmek yerine her şeyi olduğu gibi kabul ettiğimizde— doğayı kendimiz için yararlı olacak şekilde kullanabiliriz.
Bilim alanında yaşanan devrim sonucunda gerçekleşmiş düzeyde maddi zenginliğin oluşmasını sağladı. Tüm bu gelişmeler, insanların Bacon’un tavsiyelerine kulak verip doğayla uyum içinde hareket etmesi sonucu meydana geldi —doğa kanunlarına karşı çıkıp yerine mistik İnançlar koymaktansa, dünyayı olduğu şekliyle kabul etmek.
Bacon’un tavsiyesi, içinde yaşadığımız dünyayla olduğu kadar iç dünyamızla da yakından ilgilidir. Mükemmeliyetçi insan, kendi doğasını göz ardı edip acı veren duyguların var olduğu gerçeğini reddettiğinde bedeli ağır olur. Gerçekçilik ile iyimserlik arasında denge kurmuş olan insan, doğayı olduğu gibi kabul edip acı veren duyguların gerçek hayatın doğal bir parçası olduğunu kabullendiği için psikolojik anlamdaki zenginlikten daha fazla pay alır, yaşadığı hayattan daha fazla tatmin olur.
Nasıl ki bilim insanları teknoloji alanındaki önemli gelişmeleri, fiziksel dünyada geçerli olan yerçekimi, termodinamik gibi kanunları kabul etmek suretiyle sağladı, biz de aynı şekilde insan doğasının kanunlarını kabul ederek gelişir, daha anlamlı ve doyum sağlayan bir hayat yaşayabiliriz. İster hoşunuza gitsin ister gitmesin, acı veren duygular insan doğasının bir parçasıdır.
Acıyı Hafifletmek
Tıkanmış bir kanala su dökersek yüzeye uygulanan basınç, temiz bir kanaldan suyun rahatça akmasına izin verilmesi durumuna göre çok daha fazla artacaktır. Aynı şekilde, bize acı ve üzüntü veren duyguları olduğu gibi yaşayıp içimizden doğal olarak akıp gitmesine izin verirsek, duyduğumuz sıkıntı zamanla azalır ve sonunda kendiliğinden yok olur.
Yani nasıl ki su basıncının devamlı olarak artması, kanalın tıkanmasına ve patlamasına yol açıyorsa acı ve üzüntü veren duyguları bastırıp içimize hapsederek sürekli orada tutmaya çalışmak, duygusal çöküntü yaşamamıza neden olabilir.
Mükemmeliyetçi insanlar böyle bir riskle karşı karşıya olduğu hâlde gerçekçi iyimserler, duygusal baskının uzun süre boyunca kontrol edilemeyecek şekilde arttığı bir durumda yaşamak istemezler.
Duydukları acı ve üzüntüyü inkâr edip savaşmak yerine kabullenirler; endişe hissettikleri için kendilerini suçlamak yerine, endişe hâlini kabullenir, bu hissin yaşamlarını doğal akışı içinde etkilemesine izin verirler.
Zen felsefini Batı dünyasına taşımak için büyük çaba göstermiş olan Filozof Alan Watt şöyle der: “Zen felsefesinde bilgeliğe ulaşmış insan ile sıradan insanlar arasındaki fark, sıradan insanların şu veya bu şekilde insan olarak kendi doğalarıyla çatışma hâlinde olmalarıdır.” Benliğimize ve gerçek duygularımıza direnmekten vazgeçtiğimizde, insan olarak kendi doğamızla yaptığımız hiç bitmeyen, umutsuz savaşın ağır yükünden kurtulmuş oluruz.
BİRAZ DÜŞÜNELİM
İnsan Olarak doğal varlığınızla çatışma içinde olduğunuz yönleriz var mı?
Victor Frankl, stres ve endişe ile başa çıkmada etkili bir yöntem olduğunu düşündüğü “Çelişkili Niyetler” adını verdiği bir tekniği önermektedir. Frankl, kaygılarımızdan kurtulmaya çalışmak yerine, daha fazla kaygı duyacağımız, kendimizi daha stresli hissedeceğimiz durumlar yaratmanın bizim için daha yararlı olacağını belirtiyor.
Sonuç olarak, kaygı hissini kendimize özgürce yaşama olanağı tanıdığımız için, bu duygu zamanla etkisini yitirecektir. Bu teknik, topluluk önünde konuşma becerimi geliştirmemde çok işime yaradı.
Duyduğum endişeyle savaşmak yerine, endişe duygumu âdeta daha da artırmaya çalışıyor, kendimi, kaygı duygusunu daha derinden yaşayan biri olmaya teşvik ediyordum. Ne tuhaftır ki, bu yaklaşım daha sakin olmamı sağlıyordu.
Ne tezat bir şey değil mi? Ama işe yarıyor. Aslında bu duygulara alışmak ve bağışıklık kazanmak için yapıyoruz.
Bir terapi uzmanı ve araştırmacı olan David Barlow ve meslektaşları, stres ve endişe hâliyle başa çıkmada benzer bir yaklaşım öneriyorlar: “Endişeye maruz kalmak.” Aşırı düzeyde endişeyle mücadele etmek durumunda kalan hastalardan, duydukları kaygıya neden olan etkenle ilgili olarak en kötü senaryoyu hayal etmeleri istenir.
Onlara şöyle talimatlar verilir: “Olabilecek en kötü olayı hayal etmeniz ve bütün düşüncenizi bu olay üzerinde oluşturmanız gerekiyor: Bu düşünce ya da hayali, zihninizden kesinlikle çıkarmayın çünkü dikkatiniz dağılıp başka şeyler düşünecek olursanız, yaptığımız alıştırma amacına ulaşmamış olur.
Öncelikle, çalışmaya katılan kişiler, endişe duygusunu ve hayal ettikleri senaryonun kendilerinde yaratacağı rahatsızlığı tam anlamıyla yaşamaları konusunda teşvik edilir. Rahatlayıp sakinleşerek düşüncelerinin mantıksızlığıyla başa çıkmaya çalışacakları bir sonraki aşamaya ancak bundan sonra geçilir. Başlangıçta, endişeye maruz kalma sonucunda endişe duygusunu daha yoğun şekilde yaşarken, daha sonra endişe düzeyleri ilk baştaki seviyelerin altına düşer ve doğal bir şekilde düşmesine hayret edersiniz.
Bir Budist papaz ve bilim adamı olan Matthieu Ricard bir şekilde gözden kaybolur —tıpkı kırağın sabah güneşiyle erimesi gibi. İnsan öfkeye gerçek anlamda bakarsa etkisi aniden kaybolup gider. Aynı şey kıskançlık, keder, nefret ve diğer acı veren duygular için de geçerlidir. Hepimizde kendi kendimize iyileşmek konusunda doğuştan gelen bir yetenek vardır. Vücudumuz mikroplarla savaşma, kırılan kemikleri onarma ve deriyi yenileme gücüne sahip. Fiziksel olarak iyileşebilmek için doğamızda var olan iyileşme potansiyelini harekete geçirip sürecin yaşanması için yeterli zamanı tanımalıyız.
Hepimizde kendi kendimize iyileşmek konusunda doğuştan gelen bir yetenek vardır. Vücudumuz mikroplarla savaşma, kırılan kemikleri onarma ve deriyi yenileme gücüne sahip. Fiziksel olarak iyileşebilmek için doğamızda var olan iyileşme potansiyelini harekete geçirip sürecin yaşanması için yeterli zamanı tanımalıyız.
Psikolojik yaraları tedavi etme gücü olan benzer bir mekanizmaya da sahibiz. Psikolojik anlamda iyileşme, yanı sıra dikkatimizi duygusal acımız yöneltip tutmamızı da gerektirir. Nasıl ki vücudumuzdaki her yara berenin iyileşmesi için profesyonel yardım almamız gerekmiyor, pek çok durumda herhangi bir dış desteğe ihtiyaç duymadan içimizdeki iyileşme mekanizmasının devreye girip İşlevini yapmasına olanak tanımak yeterli olacaktır.
Oxford Üniversitesi’nden Psikolog Mark Williams ve meslektaşları, depresyonun fiziksel göstergelerine bilinçli olarak odaklanmanın depresyonun üstesinden gelmede ve iyileşme döneminin ardından sorunun yeniden ortaya çıkma olasılığını azaltmada önemli katkılar sağladığını belirtiyorlar.
Gerçekten de araştırmacılar, depresyonla başa çıkmada genellikle başvurulan problem çözme yöntemini kullanarak yaşadığımız “sorunu” kısa yoldan tespit etmeye çalışmanın çoğu zaman depresyon hâlinin daha da derinleşmesine neden olduğunu belirlediler.
Psikolojik rahatsızlıklarımızın tümüne olmasa da çoğuna çözüm olabilecek yaklaşım, sorunu tespit edip gereğini yapmak değil, sorunu kabullenip o şekilde yaşamaya devam etmektir. Enteresan değil mi?
Doğamızda var olan kendini iyileştirme gücünün mucizevi etkisini göstereceği yaşam tarzı, budur. Williams’ın belirttiği gibi, “fiziksel rahatsızlığı göz ardı etmeye ya da tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaktan vazgeçip olan biteni yumuşak tavırlı bir merakla izlemeye geçiş yaparak yaşantımızı bambaşka bir hâle getirebiliriz.”
Duygularımızı kabullenmek demek, hislerimize olumlu bir bakış açısıyla yaklaşabilmek, yaşadığımız duyguları doğamızın bir parçası olarak görebilmek, yani ilgi çekici ve değerli bulmak anlamına gelir. Benim için, seyirciye konuşmadan önce yaşadığım endişe hissini de değiştirmeye çalışmak yerine sadece zihinsel olarak farkında olmak beni rahatlatıyordu.
Endişemden tamamen kurtulmak için kendimi zorlamadan vücudumun hangi noktasında kendini gösterdiğini düşünmek, bu duygumun azalmasını sağlıyordu. Sadece o duyguyu hissetmeye kendime izin veriyordum. Onu görmezden gelmek için eskiden birçok şey yapardım, mesela Bilgisayarda oyun oynamak, televizyon izlemek, abur-cubur şeylerle bu duyguyu geçiştirmeye bakardım.
Acı ve üzüntü veren duyguları kabullenmek ile bu duygular üzerinde derin düşüncelere dalmak arasında önemli bir fark olduğu bilinmelidir. Kabullenmek, hissettiğimiz duyguyla barışık olarak birlikte yaşamayı; derin düşünmek ise yaşadığımız duygu üzerinde saplantı derecesine varacak kadar düşünmeyi içerir.
Etkisi altında olduğumuz duyguyu ve bu hisse yol açan olayı takıntı hâline getirmek bize hiçbir yarar sağlamayacak, bu sağlıksız bir yaklaşımdır. Böyle bir tutum içinde olmak, yaşadığımız duyguyu azaltmak şöyle dursun daha da yoğunlaştırır; düşünmek, çözümün değil sorunun bir parçasıdır.
Bundan, herhangi bir duyguyu ve ona yol açan nedenleri irdeleyip o konuda düşünmenin kendimizi daha iyi hissetmemize katkıda bulunmayacağı gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Böyle bir yöntem, kuşkusuz belli yararlar sağlayacaktır. Ancak, sonsuza dek süren bir döngü içinde zihnimizden çeşitli düşünceler geçirmek yerine, düşüncelerimizi sözlü ya da- yazılı olarak ifade edersek kendimizi çok daha iyi hissederiz.
Düşünce ve duygularımızı rahatça ifade edeceğimiz kişisel bir günlük tutmak bize önemli yararlar sağlayabilir. Psikolog James Pennebaker yapmış olduğu bir dizi deneyde, art arda dört gün boyunca yirmi dakika süreyle yaşadıkları güçlükleri yazarak duygu ve düşüncelerini ifade eden öğrencilerin uzun vadede kendilerini daha mutlu hissettiklerini ve fiziksel olarak da daha sağlıklı olduklarını ortaya koyuyor. Güvendiğimiz birine düşüncelerimizi anlatmak, konuşarak duygularımızı paylaşmak en az bu düşünce ve duyguları yazıya dökmek kadar yararlı olabilir.
Bir caddede yürürken çığlık atmamız veya bizi kızdıran patronumuza bağırıp çağırmamız gerekmiyorsa da mümkün olduğu takdirde duygularınızı ifade edebilmek için bir iletişim kanalı bulmamız yararlı olacaktır.
Bir arkadaşımızla konuşarak hissettiğimiz öfke ve endişeyi kendisiyle paylaşabilir, yaşadığımız korku ve kıskançlık gibi duyguları günlüğümüze yazabilir: karşılaştığımız problemlere benzer sorunlarla başa çıkmaya çalışan bir grup insanın yer aldığı topluluğa katılıp onlardan destek alabilir ve kimi zaman yalnız başımıza olduğumuzda veya bize değer veren bir insanın yanındayken sevinçten ya da kederden bir damla gözyaşı döküp ağlayabiliriz.
BİRAZ DÜŞÜNELİM
Hayatınızda size acı veren duyguları ifade edip rahatlamanızı sağlayacak çıkış noktaları nelerdi? Çevrenizde güvendiğiniz insanlar var mı? Güvene dayalı bir ilişki kurabileceğiniz kişiler var mı? Günlük tutuyor musunuz?
Bir sonraki konumuza buradan devam edem edebiliriz. Ama önce… Siz biliyorsunuz artık…