Ahlak ve Duygular
Normalin dışında bir duygu hissettiğimizde kendimizi kınadığımız zaman aslında kendimize haksızlık etmiş oluruz. Ahlaki değerlendirme -bir şeyin iyi mi kötü mü olduğu hakkında ortaya konan yargı konuda belli bir tercih hakkı olduğunu öngörür. Böyle bir seçme hakkının olmadığı yerde ahlaki değerlendirmeler yapmak için gerekli bir dayanak yoktur. Örneğin yerçekimi kanunu hoşumuza gitmeyebilir, ancak yerçekimi kendi içinde ne iyi ne kötüdür, sadece doğanın bir gerçeğidir.
Aynı şekilde, korku duygusunu yaşamak hoşumuza gitmeyebilir, ancak bu duygu kendi içinde ne iyi ne kötüdür; sadece insan olmanın bir sonucudur. Arkadaşıma karşı kıskançlık hissi duymam beni kötü bir insan yapmaz; ancak kıskançlık duyduğum için arkadaşımın başarısını tehlikeye sokacak davranışlarda bulunursam o zaman kötü bir insan olurum.
Çıkmayı arzu ettiğim biriyle karşılaştığımda büyük bir heyecan ve kaygı duyuyor olmam, cesaretim hakkında hiçbir fikir vermez. Bir şeyi çok arzu etmeme rağmen, sadece reddedilme korkusu yaşadığım için ondan kaçmaya çalışmam, cesaretim hakkında bir fikir verir.
Nelson Mandela, Oprah Winfrey ile yaptığı bir görüşmede aktif kabullenmenin önemini vurguluyor. Kendisinin ve başkalarının ırkçı rejime karşı duygularını şöyle ifade ediyor:
“Duygularımız bize beyaz azınlığın düşman olduğunu, onlarla hiç konuşmamak gerektiğini söylüyordu. Ancak, beynimiz bize “onlarla konuşmazsan ülken alevler içinde kalacak ve uzun yıllar bu ülke kan gölüne dönecek” diyordu, Dolayısıyla bizim bu çatışmayı giderip bir uzlaşma ortamı yaratmamız gerekiyordu. Düşmanla görüşmemiz, beynin duygulara baskın gelmesi sonucu gerçekleşti .”
Mandela hissettiği duyguları açık yürekli bir tutumla kabul ediyordu: “Geçmişe dönüp onların yaptıklarını düşündüğümde çok öfkeleniyorum ama bunlar, benim duyularım. Beynim her zaman duygularıma baskın çıkar Mandela gerçek hislerini gizlemiyor, kendisine yirmi yedi yıl hapis hayatı yaşatanlara, farklı ırktan oldukları için milyonlarca insana baskı ve zulüm uygulayanlara sıcak duygular beslediği gibi bir yalan söyleme gereği duymuyordu.
Öfke ve intikam gibi duyguları bütün gerçekliğiyle olduğu yerde duruyordu. Bu duyguları kabullenmek, onun mantık çerçevesinde düşünüp hareket etmesine yardımcı oluyordu. İşe önce gerçek duygularını kabul ederek başlayıp sonra eskiden kendisine ve halkına zulmedenlere doğru uzlaşma yolunda iyi niyetli adımlar atan Mandela, Güney Afrika’yı içinden geçtiği sancılı dönüşüm sürecinden çıkarmayı başarmıştır.
Hepimizin kendimizle ilgili ideal bir imajı, olmak istediğimiz bir insan modeli vardır. Hayalimizde çizdiğimiz bu modelin hissedeceği duyguları yaşamak her zaman mümkün olmasa da (örneğin, her zaman cesur ve merhametli) bu idealler doğrultusunda davranış biçimleri içinde olabiliriz (cesur, cömert vb.).
Aktif kabullenme, karşılaştığımız durum ve olanları olduğu gibi kabul edip uygun bulduğumuz ve bize yakışan hareket tarzını seçmeyi öngörür. Aktif kabullenme hayatımızın her anında seçme şansımız olduğunun farkında olmak, korktuğumuz hâlde cesur davranabilmek, kıskançlık duyduğumuz halde iyi niyetli davranabilmek, insan olduğumuzu kabul edip insanca davranmak demektir.
BİRAZ DÜŞÜNELİ
Kabullenmekte zorlandığınız acı veren duygular hangileridir? Bu duyguları kabullendiğinizde, izlenecek en uygun davranış tarzı ne olabilir?
Duygusal Gelişme
Sevdiğimiz bir insanı kaybetmenin ardından tarif edilmez acı ve üzüntü yaşarız. Çoğu zaman geride kalıp yas tutan insan, vefat eden kişinin olmadığı bir hayatı düşünemez. Ancak bundan sonra yaşananlar, kişiden kişiye önemli farklılıklar gösterir. Bazı insanlar böyle bir kaybın ardından bir daha kolay kolay kendilerini toparlayamaz.
Bazıları bu acıyı belli bir dönem yaşadıktan sonra önceki hayatlarına geri dönüp gerek davranışları gerekse duyguları bakımından her şeye kaldığı yerden devam eder. Son olarak Lawrence Calhoun ve Richard Tedeschi’nin “travma sonrası meydana gelen gelişme” adını verdikleri olayı yaşayan insanlar vardır; yaşadıkları kayıp onlarda büyük bir değişim meydana getirir, hayatın değerini daha iyi anlamaya başlar, başka insanlarla olan ilişkileri gelişir ve yaşanan sarsıcı olaylardan sonra kendilerini toparlama yetenekleri artar.
Kendimizi toparlama sürecini nasıl yaşıyoruz? Bilişsel gelişme sürecine bakarak duygusal gelişme süreci hakkında bir fikir edinmemiz mümkün olabilir.
Bilişsel dengenin bozulması denen kuram, zihinsel gelişmeyi açıklarken tuğla benzetmesini kullanır. Edindiğimiz her yeni bilgi, mevcut olanın üzerine eklediğimiz yeni bir tuğla gibidir. Tuğladan inşa ettiğimiz yapı zamanla yükselir ve dengesi bozulmaya başlar. Bir taraftan diğerine sallanır, dengesini kaybeder ve sonunda tamamen çöker. Yapının dengesindeki bozulma nedeniyle eskiden inşa edilmiş yapı çöker, tuğlalar yere düşer ve geride kalan enkaz, inşa edilecek yeni bir yapının temelini teşkil eder.
Bu temel bir öncekine göre daha geniş bir taban üzerine oturduğu için daha yüksek bir yapıyı destekleyebilecek kadar sağlamdır. Gelişmemiz devam ettikçe, daha geniş olan bu taban üzerine daha fazla sayıda tuğla yerleştirilir. Sonunda bu yapının da dengesi bozulmaya başlar, Yapı çöker, daha geniş tabanlı bir temel oluşur ve süreç böyle devam edip gider,
Bir şeyi keşfettiğimizde ya da bir gerçeğin farkına vardığımızda yaşadığımız durum bundan farklı değildir. Bu tür anlar, çoğu zaman uzun dönem boyunca göstermiş olduğumuz çabaların doruk noktasına ulaştığı anlardır. Daha fazla şey öğrendikçe, bilişsel yapımıza yeni tuğlalar eklemiş oluruz. Zaman içinde bilişsel yapı dengesini kaybeder, çöker ve sonra daha geniş ve yüksek bir yapıyı ayakta tutabilecek kadar yeni ve daha güçlü bir temel olarak ortaya çıkar.
Bir şeyi keşfetmemiz ya da bir gerçeğin farkına varmamız, mevcut bilgi yapısı çöküp küçük bilgi parçacıkları farklı şekilde birleştiği zaman yaşadığımız durumdur. Kazandığımız yeni bakış açısı sayesinde yeni şeyler öğrenip mevcut bilgilerimizin üzerine yenilerini ekleme becerisi kazanırız.
İnsanın bütün bilgi alanlarında, daha büyük çaplı olmak üzere benzer bir süreç gelişir. Bilim felsefecisi Thomas Kuhn’a göre eski paradigma, birikim sonucu oluşan yeni bilgileri artık bünyesinde tutamaz ve yeterli şekilde açıklayamaz hâle geldiği zaman bir paradigma değişikliği meydan gelir.
Tıpkı tuğladan yapılmış bir kule gibi, eski paradigma yıkılıp parçalanır. Bunun sonucunda yeni bir temel oluşur. Bu da yeni bir paradigmanın ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Yeni paradigma, birikim sonucu oluşan bilgileri bünyesinde tutamaz hâle geldiği zaman bu süreç tekrarlanır. Bir kez daha eskisinin enkazından yeni bir paradigmanın temeli oluşur.
Denge bozulması modeli, düşünce âlemiyle olduğu kadar duygular âlemiyle de yakından ilgilidir. Her duygusal yaşantı, tıpkı var olan duygusal yapımızın üzerine konan yeni bir tuğla gibidir. Bir süre sonra yapı, üzerinde oturduğu temele göre aşırı yüksek hâle gelir, tuğlalar yıkılır ve duygusal anlamda dengenin bozulması durumu gerçekleşir.
Bunun sonucunda zeminde daha geniş bir tabana oturan ve bu nedenle daha fazla yük taşıyabilecek kadar sağlam yeni bir temel oluşur. İçinden bütün duygularımızın akıp geçtiği kanal benzetmesine geri dönersek; geniş tabanlı bir temel, büyük bir kanala benzer. Duyguların akış kapasitesi daha fazla olan, insana ister üzüntü ister keyif versin çok daha fazla miktarda duyguları taşıyabilen bir kanal.
“Peygamber” adlı şiirinde Halil Cibran, ne zaman bize keder veren bir olay yaşasak, mutlu olma kapasitemizin arttığını anlatır:
“Sevinciniz kederinizin açığa çıkmasıdır
Ve kahkahanızın kaynağı çoğu zaman gözyaşlarınızla doluydu
Başka nasıl olabilir ki
O keder benliğine ne kadar derin kazınırsa sevinci o kadar fazla tadabilirsin ”
Duygusal dengenin bozulması sadece yaşanan olumsuz olaylar sonucunda oluşmaz. Ne zaman kendimize duygularımızı yaşama olanağı tanırız, o zaman gelişme gösterme şansı buluruz. Yaşadığımız duyguların doruk noktasına ulaştığı sevinç, coşku, mutluluk gibi hisleri tattığımız anların bizde büyük değişimler yaratmasının nedeni de budur.
Örneğin, bazı kadınlar doğum olayının kendilerini önemli ölçüde değiştirdiğini, eskisine göre özgüveni daha kuvvetli, daha mutlu, daha sakin ya da cömert biri hâline geldiklerini ifade ederler. Roman okumak, bir resme bakmak gibi estetik yaşantılar, dünyayı duygusal olarak algılama tarzımızda bize yeni ufuklar açacağı gibi duygularımıza set çektiğimiz bariyerlerin ortadan kalkmasını da sağlar.
Derinden hissedilen dinsel yaşantılar da etrafımızdaki dünyaya bakış tarzımızı değiştirerek bize daha önce hiç yaşamadığımız bir manevi derinlik kazandırabilir. Ancak, yoğun olarak yaşanan bu olumlu ve olumsuz duygusal tecrübelerin gelişmemiz için bize ciddi bir fırsat sunduğunun bilincinde olmak büyük önem taşır; çünkü bu tür tecrübeler sonucunda gelişme sürecini mutlaka yaşamamız gerekmez. Bu fırsatı iyi değerlendirmek için yaşadığımız olayların bizde uyandırdığı duygulara açık yürekli bir tavırla kucak açmalıyız,
Duygusal ve bilişsel gelişme arasındaki benzerlikler bununla da sınırlı değildir. Dogmatik düşünce tarzı, bireyin başkalarının görüşlerini dikkate almadan kendi fikirlerine sıkı sıkıya sarıldığı kapalı bir düşünce yapısını öngörür. Dogmatik bir düşünce yapısına sahip değilsek ve dünyayı farklı şekillerde anlamak ve algılamak için açık bir tutum ortaya koymak konusunda yeterince istekli davranmıyorsak, bilişsel dengenin bozulması —düşünsel bakımdan gelişme, yeni bir şeyi keşfetme ya da farkına varmak bir paradigma değişikliği— kolay kolay gerçekleşmez.
Bir de duygusal dogmacılık diye ifade edebileceğimiz, gönlümüzü kapatıp yaşadığımız olayların bizde yarattığı duyguları yaşamak konusunda yeterince açık bir tutum ortaya koyamamak şeklinde özetlenebilecek bir olgu vardır. Duygusal anlamda dogmatik bir tutum içindeysek, hissettiğimiz yoğun duyguları doğal akışı içinde yaşama olanağını kendimize tanımıyorsak, duygusal düzeyde denge bozulmasının gerçekleşmesi küçük bir olasılıktır.
Mükemmeliyetçi insan her zaman katı ve tavizsiz bir tutum içinde olduğu için duygusal anlamda dogmacı bir yaklaşım sergiler; hayatı sürekli olarak olumlu duyguların yaşandığı bir süreç olarak görür ve bu süreci devamlı kılabilmek adına kendisine acı ve üzüntü veren duygulan bastırmaya çalışır. Bilişsel dogmacılık (düşüncelerin kapalı olması) ve duygusal dogmacılık (gönlün kapalı olması) aynı sonucu doğurur; durağan bir yaşam.
Sağlıklı Yas Tutma
Yas tutma üzerine yaptığı çalışmada Colin Murray Parkes, eşlerinin ölümünün ardından duygularını rahatça dışa vurup boşalamayan kadınların, böyle bir kaybın ardından duygularını bastırmadan açıkça ifade eden kadınlara göre daha uzun süren ciddi psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklar yaşadıklarını anlatıyor.
Marcel Proust’un sözleriyle ifade etmek gerekirse: “Yaşadığımız acının azalması için hissettiğimiz tüm duyguları, saklamaya çalışmadan açıkça ifade etmemiz gerekir. ”James Pennebaker, “insanların eşlerinin ölümü hakkında başkalarıyla konuşarak duyguları paylaşmaları durumunda daha az sağlık sorunu yaşadıklarını” ortaya koyan bilimsel çalışmalardan söz ediyor.
Acıları tam olarak dinmese de gerçeği kabullendikçe bir süre sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam edebilecek düzeye gelirler.
Yas üzerine en geniş kapsamlı çalışmayı yapan terapi uzmanı William Worden, yas tutma sürecinin dört aşamadan oluştuğunu belirtiyor:
- Ölenin bir daha geri dönmeyeceği gerçeğini kabullenme;
- Yaşanan olayın acısına tahammül etme;
- Ölen kimsenin içinde olmadığı hayata uyum sağlama ve
- Hayatına kaldığı yerden devam etme.
Bu dört aşamadan geçmemek (sırasıyla ya da bazı çakışmalarla) toparlanma sürecini yavaşlatacağı gibi uzun vadeli bazı rahatsızlıklara da yol açabilir.
Birinci aşama, yaşanan kayıp karşısında verilen en yaygın tepkilerden biri olan inkâr etme tutumuyla ilgilidir. Bu, ya vefat eden kişinin bir daha geri dönmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmeyi reddederek ya da ölen kişiyle olan ilişkinin değerini olduğundan az görmeye çalışarak olur.
Sağlıklı bir toparlanma için, ölüm nedeniyle kayıp yaşayan kişinin gerçeği olduğu gibi kabul etmesi gerekir; hem ölenin bir daha geri dönmeyeceği gerçeğini hem de hayatını kaybeden kişiyle olan İlişkinin varlığını kabul etmelidir.
İkinci aşama, ölüm olayının ardından yaşanan acı ve kedere tahammül etmekle ilgilidir. Yas tutanlar, duyguları gem vurup kontrol altına almaya çalışmak yerine, onları olduğu gibi yaşamak ve dışa vurmak, acı ve üzüntüyü kabul etmek ve üzüntülerini sözlerle veya gözyaşlarıyla, ifade ettiklerinde kendilerini daha iyi hissederler.
Çoğu zaman, böyle acı bir olay yaşayan kişilerin yanında bulunan iyi niyetli arkadaşları, onları teselli edip ölünün ardından ağlamamaları ve depresyon ilaçları yazan doktorlara başvurmalarının daha doğru olacağı konusunda ikna etmeye çalışır. Böylece, yas tutan insanların hissettikleri acı ve üzüntüyü yaşamaları engellenmiş olur.
Bu tür yöntemler çoğu zaman yas tutma sürecini ve acıyla yaşanan dönemi uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Yas tutan bu “dayanıklı” insanlar, olayın ardından kendilerini bir türlü toparlayamazlar çünkü F. Scott Fitzgerald’ın söylediği gibi, “Onlar, gözyaşlarının insanı rahatlatan lüksünü tadamazlar.
Bu aşama biraz zaman alabilir ve oldukça fazla sabır ister. Sabırlı olmanın acıya tahammül etmekle ilgili olduğu zamanlar vardır.
Üçüncü aşama, karşımıza çıkan yeni gerçeğe uyum sağlama aşamasıdır. Böyle bir kayıp, sorumluluklarını üstlenmek zorunda olmak, merhumun hayatımızda yer almadığı yeni ve farklı bir yaşam oluşturmak durumunda kalmak, yarattığı boşluğu dolduracak yeni ilişkiler kurmaya çalışmak anlamına gelebilir.
Yaşanan kaybın üzerinden yeterince zaman geçmeden yeni duruma bir an önce uyum sağlamaya çalışmak, doğru bir yaklaşım olmaz. Ancak uyum sağlamaya yönelik bu girişimlerden kaçınmak da toparlanma sürecini olumsuz yönde etkiler.
Son aşama olan dördüncü aşama ise hayata kaldığı yerden devam etme sürecine girebilmek, kolay değildir. Çünkü bu hamle, insanın vefat eden kişiye ve kendi değerlerine ihanet ediyormuş gibi bir duyguya kapılmasına neden olabilir. “O şimdi bunu yapamazken, ben nasıl olur da hayatın tadını çıkarmaya devam edebilirim? Onu gerçekten seviyorsam, onsuz geçen bir hayatın benim için ne anlamı olabilir ki?”
Burada önemli olan, bir yandan hayatımıza kaldığı yerden devam edip anlamlı ilişkilere ve bize keyif veren uğraşlara yönelirken, diğer yandan da vefat etmiş olan kişiye kalbimizde yer verip onu orada yaşatabilmektir.
Worden’ın sözünü ettiği dört aşamaya baktığımızda aktif kabullenme sürecini görürüz.
İlk iki aşama acı gerçeği kabullenmeyle ilgilidir: Yaşanan kaybı düşünsel olarak sineye çekmeyi öngören zihinsel kabullenme ve hissedilen acı ve üzüntüyü doğal akışı içinde yaşamayı ifade edenduygusal kabullenme.
Üçüncü ve dördüncü aşamalar —yeni duruma uyum sağlamaya çalışma ve hayata kaldığı yerden devam etme— denklemin aktif bölümünü oluşturur.
Keder duymak, sevdiğimiz insanın fiziksel anlamda ölümüyle sınırlı olmayabilir. Anlamlı bir ilişkinin bozulması veya bizim için çok değerli olan bir kişinin başka bir yere taşınması ya da işimizi kaybetmemiz nedeniyle büyük bir üzüntü yaşayabiliriz. Kederli olduğumuzda Worden’ın tanımladığı dört süreci yaşarsak, ne tür olursa olsun, kayıp yaşadığımızda bir süre sonra kendimizi toparlar ve belli bir olgunluğa erişiriz.
Ralp Waldo Emerson yirmi yedi yaşındayken çok sevdiği eşi Ellen hayatını kaybetti. Daha sonra ikinci evliliğini yapan ve baba olan Emerson, iki yaşındaki oğlunu kaybetti. Hayat anlayışını ve iyimserliğini yansıtan “Telafi” adlı bir makale yazdı, Aşağıda, yaşanan travma sonunda insanın olgunlaşmasını konu alan ve kendimi umutsuz hissettiğim anlarda bana umut veren makalenin son paragrafı yer alıyor:
Ne var ki uzun zaman sonra, başa gelen felaketi telafi edecek gelişmelerin yaşandığınu insan fark ediyor. Ateşli bir hastalık, bir uzvumuzu kaybetmemiz, şiddetli hayal kırıklığı, servetimizi yitirmemiz, dostlarımızı kaybetmemiz, olayı yaşadığımız an telafi edilemeyecek kadar büyük bir kayıp gibi görülür.
Ancak, yaşanan acının üzerinden geçen yıllar, tüm gerçeklerin altında yatan iyileştirici bir güç olduğunu ortaya çıkarır. Büyük bir kayıp olarak gördüğümüz, sevdiğimiz bir dostun, eşin, kardeşin ya da sevgilinin ölümü, bir süre sonra bize yol gösteren bir rehber veya deha olarak karşımıza çıkar.
Bunun nedeni, yaşadığımız acı olayın genellikle yaşam tarzımızda yeni bir çığır açması, bir gün kapanması gereken çocukluk ya da gençlik dönemini sona erdirmesi, alışılagelmiş bir uğraşı veya ev düzeni ya da yaşam tarzını kırarak kişiliğimizin gelişmesine katkıda bulunan yeni davranış tarzlarının oluşmasını sağlamasıdır.
Bu kayıp, yeni insanlarla ilişkiler kurmamızı ve ilerideki yıllarda bizim için büyük önem taşıyacak yeni etkilere açık olmamıza olanak tanır ya da sınırlar. Adam ya da kadın; köklerinin yayılması için yer olmayan ve tepesine çok fazla güneş ışığı alan bir bahçe çiçeği olacakken, duvarların yıkılması ve bahçıvanın ihmali sonucunda çevrede yaşayan insanlara geniş gölge ve meyve verecek kadar ormanda büyüyüp gelişen bir Hint inciri ağacına dönüşür.
BİRAZ DÜŞÜNELİM
Geçmişte bir dostunuzu, bir ilişkinizi ya da sizin için önemli olan başka bir şeyi kaybettiğiniz oldu mu? Bu olayla nasıl başa çıktınız?
ALIŞTIRMALAR
Farkındalık Kazanmak İçin Derin Düşünme Alıştırması
Son on-yirmi yıl içinde, farkındalık kazanmak için yapılan derin düşünme çalışmalarının bedensel ve zihinsel sağlık açısından yararlarını ortaya koyan araştırmaların sayısında büyük bir artış olduğu görülüyor.
Farkındalık, yaptığımız işin tam olarak bilincinde olabilmeyi, herhangi bir hüküm vermeden veya değerlendirme yapmadan yaşadığımız ânı mümkün olduğu kadar kabullenmeyi öngörür. Şu anda bulunduğumuz yere ve âna odaklandığımızda, hissettiğimiz duygular hoşumuza gitsin ya da gitmesin karşılaştığımız durumu, olduğu gibi yaşama olanağını kendimize tanıdığımızda farkındalık kazanmış oluruz.
Zihin-beden ilişkisini konu alan tıp dalında önde gelen bir uygulamacı ve akademisyen olan John Kabat-Zinn’e göre, “Farkındalık, iyi, kötü ya da çirkin olsun, yaşadığımız her âna tam olarak ‘sahip olmak’ anlamına gelir.””
Farkındalık kazanmak amacıyla yapılan derin düşünme çalışmaları, kabullenme kavramını hayata geçirmeyle ilgili uygulamaları içerir. Nasıl ki teniste elin tersiyle vurma tekniğini geliştirme yöntemlerini teorik olarak anlamak sizi ancak belli bir noktaya kadar götürür -bu vuruş tekniğinde gerçekten iyi bir beceri düzeyine ulaşabilmek için tekniği kullanarak bol bol uygulama yapmanız gerekir- aynı şekilde kabullenmeyle ilgili teorik düşünceler ortaya koymada da belli sınırlamalar söz konusudur.
Farkındalık kazanmak için yapılan düşünme çalışmalarını uygulamak basit olsa da bu çalışmayı düzenli olarak yapılan bir çalışma hâline getirmek o kadar kolay değildir. Düşünme çalışmalarının yaşamınızın kalitesi üzerinde önemli bir etki yaratması için her gün en az on ila yirmi dakika arasında düzenli olarak çalışma yapmalısınız.
Ancak, gün aşrı veya haftada bir kez yapılan bir çalışma kuşku yok ki hiç yoktan iyidir. Düşünme alıştırmalarının pek çok farklı türü vardır. Deneyimli bir öğretmenin dersine devam etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu arada, bugün hemen başlayabileceğiniz basit bir düşünme çalışması için size bir alıştırma örneği:
Yere ya da bir sandalyeye oturun. Kendinizi rahat hissedebileceğiniz bir pozisyon bulun. Sırtınızın ve boynunuzun dik durumda bulunacağı bir pozisyon alırsanız daha iyi olur. Gevşeyip konsantre olmanıza yardımcı oluyorsa gözlerinizi kapayabilirsiniz.
Bütün dikkatinizi nefes alıp verişinize toplayın. Nefesinizi hafif hafif, yavaş yavaş ve derin derin içinize çekin. Havanın içinizden karnınıza doğru gittiğini hissedin, sonra içinizdeki havayı hafifçe, yavaş yavaş dışarı verin. Nefes alınca karnınızın şiştiğini, sonra nefes verdikçe indiğini hissedin. Birkaç dakika boyunca tüm dikkatinizi toplayarak yavaş yavaş derin nefes aldıkça karnınızın havayla dolmasını, sonra yavaş yavaş dışarı nefes verdikçe içerideki havanın boşalmasını izleyin. Düşünceleriniz başka yerlere kayacak olursa, kibar ve sakin bir şekilde dikkatinizi yeniden karnınızın kalkış ve inişine vermeye çalışın,
Hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmıyorsunuz. Sadece içinde bulunduğunuz ânı yaşıyorsunuz.
Olayları ve Duyguları Doğal Akışıyla Yaşamak
Doğu ve Batı psikolojisini birleştiren terapi uzmanı Tara Bennett-Goleman şöyle der. “Farkındalık, nesneleri değiştirmeye çalışmadan olduğu gibi görmek demektir. Burada önemli olan nokta, hissettiğimiz duyguyu inkâr etmekten kaçınarak bizi rahatsız eden duygular karşısındaki tepkilerimizi yumuşatmaya çalışmaktır.
Bize acı ve üzüntü veren bir duyguya odaklanarak onu kalben ve zihnen kabul edip içimizden akıp gitmesine izin vererek hafiflemesini ve sonra da tamamen kaybolmasını sağlayabiliriz.
Örneğin, bir izleyici kitlesinin önünde aşırı derecede heyecanlanıyorsanız, kendinizi sahneye çıkmış hâlde hayal edin; ölen birini kaybetmiş olmanın acısını olayın üzerinden geçen zaman dindirmemişse, kendinizi ölen kişinin yanı başında oturmuş ona elveda derken hayal edin.
Bir durumu hayal etmeden sadece düşünerek, kendini güvende hissetmeme duygusundan tutun da üzüntüye kadar pek çok farklı duyguyu yaşamanız mümkündür. Duygu ortaya çıktığında, onu değiştirmeye çalışmadan üzerinizde yarattığı etkileri birkaç dakika süreyle yaşayın.
Alıştırma süresince mümkün olduğunca farkındalık çalışmasındaki gibi devamlı olarak derin derin ve hafif hafif nefes alıp verin. Düşünceleriniz başka yöne kayacak olursa, hayal ettiğiniz veya gerçekten yaşadığınız olaya hemen geri dönün ve aynı şekilde nefes alıp vermeye devam edin. Gözyaşlarınıza hakim olamazsanız bırakın aksın; öfke, hayal kırıklığı veya sevinç gibi diğer duyguları hissedecek olursanız, kendinize engel olmayın, doğal akışına bırakın. Vücudunuzun bazı yerleri tepki verecek olursa -boğazınızda düğümlenme ya da kalp atışında hızlanma gibi— dikkatinizi 0 tarafa çevirebilir, bu durumu değiştirmeye çalışmadan o noktaya doğru nefes alıp verdiğinizi hayal edebilirsiniz.
Bu alıştırma, derin derin düşünmek yerine, kendinize gerçek duygularınızı hissetmek ve içinde bulunduğunuz ânı yaşama olanağı vermekle ilgilidir. Duygularımızı anlamaya ve “pratik bir çözüm bulmaya” çalışmak yerine, onları olduğu gibi kabul edip doğal akış içinde yaşamayı konu alır.