Amacım “yeterli” olduğumu kanıtlamaksa, bu proje sonsuza kadar sürecek demektir; çünkü savaş, daha bu meselenin tartışılabilecek bir konu olduğunu kabul ettiğim gün kaybedilmiştir-Nathaniel Branden
Yunan efsanesi olan Sisyphus, ölümlüler arasında en ileri zekâ düzeyine sahip olan, kibirli tavırları ve itaatsiz davranışları nedeniyle cezalandırılan bir adamın öyküsünü anlatır. Tanrılar Sisyphus’a, ağır bir kayayı dağdan yukarı doğru iterek götürdükten sonra kayanın aşağı yuvarlanmasını seyretme ve bu işi sonsuza kadar tekrar tekrar yapma cezası vermişlerdir.
Psikolojik açıdan mükemmeliyetçi insan tıpkı Sisyphus’a benzer. Ancak, Sisyphus’un cezası tanrılar tarafından verilirken, mükemmeliyetçi insan bu cezayı kendi kendine verir.
Hiçbir başarı ya da zafer, hiçbir zirve ya da hedef, mükemmeliyetçi insanı tatmin etmeye yetmez. Bir dağın doruk noktasına vardığında, bir konuda başarıya ulaştığında, yaşadığı olaydan mutluluk duyup tadını çıkarması söz konusu değildir. Bu sadece, sonu hayal kırıklığıyla bitecek olan bir başka hedefe doğru çıkacağı anlamsız bir yolculuğun başlayacağı anlamına gelir.
Homer’e göre Yunanlıların Truvalılara karşı yaptığı savaşa katılmış olan ithaka Kralı Odysseus vardır. Savaşın kazanılmasının ardından Odysseus kendi memleketine, ailesinin ve halkının yanına dönmek ister.
Ne var ki deniz tanrısı Poseidon, bu yolculuğa engel olur. Tekgözlü Cyclops’le mücadele eden, insan yiyen dev Laestrygonians’ın elinden kıl payı kurtulan, sirenlerin şarkısından kaçıp hayatta kalmayı başaran Odysseus, Circe adlı büyücü kadına konuk olduktan sonra yedi yıl boyunca peri güzeli Calypso’nun esiri olarak yaşar.
Umutsuzlukla mutluluğun, karamsarlıkla ihtişamın bir arada yaşandığı uzunca bir yolculuğun sonunda memleketine ulaşır ve çok sevdiği karısı Penelope’a kavuşur.
Psikoloji diliyle ifade etmek gerekirse Odysseus, gerçekçi iyimserlik anlayışını benimsemiş biridir. Hayat; mücadeleler, güçlükler ve hayal kırıklıkları ile doludur. Bütün bunlara rağmen gerçekçi iyimser, dikkatini varmak istediği noktadan ayırmadan yaptığı yolculuktan keyif almasını bilir.
Karşılaştığı aksilik ve güçlüklerden ders alarak olgunlaşır. İleride ulaşmak istediği hedefi gözden kaçırmadan (Odysseus’a göre memlekete dönmek) yaşadığı maceraların tadını çıkarır. Gerçekçi iyimserlik anlayışını benimsemiş olan insan, yapmış olduğu mücadelelerin karşıllığında ödülünü aldığı zaman tatmin olur ve bu ödülün değerini bilir. Elde ettiği başarıyı sıradan ve önemsiz bir olay gibi görmez.
Mükemmeliyetçi insanın beklediği gerçek (ve kendisi için yarattığı) Sisyphus tarzındaki bir savaş, boş yere verilen bir mücadeledir. Tersine, gerçekçi iyimserin yaşamı, tıpkı Odysseus’un kahramanlık hikâyeleri gibi belli bir amacı olan maceralar dizisidir.Sisyphus, efsanesi üzerine yazdığı makalede Albert Camus, Sisyphus’u ve onunla hayatlarının boş yere umutsuzca çalışmaktan ibaret olduğunu düşünen herkesi içinde bulunduğu güç durumdan kurtarmaya çalışır. Sisyphus’u işkence çeken, ihtiraslı ve saçma bir kahraman olarak tasvir eden Camus, makalesini iyimserlik ve romantizm içeren sözlerle bitirir;
Sisyphus’u dağın eteğinde, bulunduğu o yerde bırakıyorum! İnsan her zaman sıkıntılı durumlarla karşılaşır. Ancak Sisyphus, tanrıları etkisiz kılan ve kayaları havaya kaldıran yüksek sadakatin önemini öğretir. O da her şeyin iyi olduğu sonucuna varır. Bundan böyle hiçbir hâkimi olmayan bu evren, ona ne anlamsız ne de boş gelir. O taşın her bir küçük parçası, geceleyin minerallerle dolan o dağın her mineral parçası kendi başına bir dünya demektir.
Yükseklere ulaşmak için verilen mücadelenin kendisi, insanın gönlünü doldurmaya yeter. Sisyphus’u mutlu bir insan olarak hayal etmek daha doğru olur.
Ancak Sisyphus’u gerçekten mutlu biri olarak hayal etmek mümkün mü? Sisyphus’un içinde bulunduğu sıkıntılı durumu romantik ve çekici bir şey olarak görebilecek biri var mıdır acaba? Bundan kuşku duyuyorum. Sisyphus mutlu bir insan değildir. Bence, Camus’nun bu yazısı bir başka Yunan kahramanı olan Odysseus’u daha iyi tasvir ediyor: Odysseus’un mutlu bir insan olduğunu hayal etmek hiç de zor değil. Yolculuk boyunca Sisyphus büyük bir acı ve sıkıntı yaşar. Odysseus da yaşadığı zorluklar karşısında mücadele eder, ancak bu süreçte sevinç ve mutluluk duyduğu, yaşadıklarından ders alıp olgunlaştığı anlar vardır.
Sisyphus dağın zirvesine ulaştığında hayatına kastedecek kişiyle karşılaşır; Odysseus ise yapmış olduğu yolculuğun sonunda hayatının aşkı tarafından karşılanır. Alasdaire Clayre, kırk sekiz yaşında intihar eden Oxford’lu başarılı akademisyen, kelimenin tam anlamıyla mükemmeli arayan bir insandı. Pek çok kimse Clayre’i şaşırtıcı derecede başarılı bir insan olarak gördüğü hâlde o, kendini başarısız buluyordu.
Clayre gibi mükemmeli arayan biriler başarıyı reddeder; ya başarıya ulaşmadan önce kendilerine aşırı derecede yüksek standartlar koyarak ya da başarıya ulaştıktan sonra yeterince değerini bilmeyerek başarıyı hayatlarından tamamen çıkarıp atarlar.
Başka bir deyişle, mükemmele ulaşma arayışı içindeki insan, ya çok dik bir yamaca tırmanma girişiminde bulunarak başarılı olma şansını daha en başından yitirir ya da başarıya ulaştığında, iterek yukarı taşıdığı kayayı gerisin geri aşağıya yuvarlayarak başarıyı ellerinin tersiyle iterler.
Tersine, gerçekçi iyimserliği ilke edinmiş kimse, önce başarılı olmak için ciddi, iddialı ancak ayağı yere basan standartlar benimseyerek başarıyı hayatının içine çekmeye çalışır (dik ve meşakkatli olsa da tırmanmanın mümkün olduğu bir yamaç) ve ikinci olarak başarıya ulaştığında bunun değerini bilir (hedefe varışının verdiği mutluluğun tadını çıkararak). Yaşamı, Sisyphus’un verdiği mücadele ya da Odysseus’un heyecan veren maceraları şeklinde algılayan iki yaklaşımın arasındaki farkı belirleyen iki etken vardır:
- Başarı belli bir temele oturtma
- Başarının değerini bilme.
Başarıyı Temellendirmek
İnsanın doğasında var olan gelişme arzusu aslında bizim için yararlı bir şeydir; kişisel ve toplumsal anlamda ilerlemede rol oynar. Ancak, bu konuda aşırıya kaçılırsa, yararından çok zararı olabileceği bilinmelidir. Psikolog Nathaniel Branden, çoğumuzun sahip olduğumuz şeylerden veya bulunduğumuz konumdan tatmin olmayışımızı dile getiren, “hiçbir şey yeterli değil” değil adını verdiği Psikolojik bir rahatsızlıktan söz eder.
Diane Ackerman da bu durumu şöyle tarif ediyor: “Pek çoğumuz çevremizdeki her şeyi geliştirmeyi, daha iyi hâle getirmeyi neden bir saplantı hâline getirmiş durumda; bahçemizdeki çimleri, evimizin alüminyum dış kaplamasını, önümüze çıkabilecek fırsatları ve kendimizi…”
Yeteneğimiz, dış görünüşümüz ya da servetimiz hangi düzeyde olursa olsun, sürekli olarak kendimizi yetersiz hisseder, farklı bir zekâ, yetenek, enerjiye sahip olma veya sakin ve huzurlu bir ortamda bulunma ihtiyacı duyarız.
Sahip olduğumuz şeylerden tatmin olmayışımız bizi devamlı olarak memnuniyetsizliğe mahkûm eder. Çünkü, insan olarak yaşamaya devam ettiğimiz müddetçe her zaman gelişmemiz için farklı olanaklar vardır. Mükemmel olarak yaptığımız on egzersiz hareketi bile bizi ancak kısa bir süre için bir sonraki yarışmaya kadar tatmin eder.
Önce bir masa tenisçisi oyuncusu, sonra bir üniversite öğrencisi olarak kendim için belirlediğim mükemmellik düzeyine ulaşmak zorundaymışım hissine kapılmıştım. Dışarıdan bakıldığında her şey yolunda gidiyor gibi görünse de aslında sürekli olarak stres, tatminsizlik ve hayal kırıklığı gibi duygular yaşıyordum.
Ne zaman başarılı olsam, hissettiğim tatmin duygusu kısa sürüyor, gözümü hemen bir sonraki hedefe, bir sonraki zirveye dikiyordum. Hiçbir şey beni tatmin etmiyordu anlayacağınız. Ancak bu, kazanma arzusunun mutlaka insana acı vermesi gerektiği anlamına mı geliyor? Bulunduğumuz konumda kendimizi yeterli hissetmek için kendimizi geliştirmeye çalışmaktan vazgeçmemiz mi gerekiyor?
Amerika’da psikolojinin kurucusu olan William James’e göre, kişinin kendine duyduğu saygı, başarı ile arzularımız, yani yaptığımız işte ne kadar başarılı olduğumuz ile koyduğumuz hedef arasındaki oranla ölçüyor.
Başka bir ifadeyle, olimpiyatlarda altın madalya kazanmayı arzu ettiğim hâlde gümüş madalya alıyorsam kendime duyduğum saygı azalacaktır. Ancak, tek arzum olimpiyatlara katılmaksa ve oyunlarda bronz madalya almışsam kendime duyduğum saygı artacaktır.
Psikolog James’in denklemine göre, kendimizi geliştirme arzumuzdan vazgeçersek (bir başka deyişle, arzu ettiğimiz şeyler konusunda mütevazı bir yaklaşım ortaya koyarsak), kendimizle ilgili olumlu düşünceler içinde olma ihtimalimiz artar.
Tersine, aşrı hırslara kapılır, sürekli olarak ve hiç yılmadan kendimizle ilgili beklentilerimizi artırırsak, kendimize olan saygımızın düşük düzeyde kalmasına ve olumsuz duygular yaşamaya mahkum oluruz.
James’in kendi yaşamında standartlarından ödün veren biri olmadığı hâlde —bunu, kendini mutsuz hissetmesinin nedenlerinden biri olarak görüyordu— ortaya koyduğu kuram, kendimizi geliştirme arzumuzu hiç değilse belli bir dereceye kadar sınırlamamız gerektiğini vurguluyor.
Ancak James’in denklemi, sadece kısmen doğru gibi görünüyor. Arzularımızı belli ölçüde sınırlamamızın mutlu bir yaşam sürmemize katkı yapabileceği zamanlar olsa da, onları sınırlamak konusunda karar verdiğimiz takdirde kendimizi daha iyi hissetmeyi bekleyemeyiz.
Gerçekten de düşük düzeyde tutulan beklentiler en az gerçekçi olmayan yüksek beklentiler kadar mutsuz olma reçetesidir.
Arzularımız gerçekçi olmayan yüksek hedeflere ulaşmaya yönelikse ve gerçek hayatımızın bize koyduğu sınırlamaları kabul etmiyorsak mutsuz oluruz; arzularımız gerçekçi temellere dayanmayacak kadar düşükse ve gerçek potansiyelimizin yeterince farkında değilsek, sadece başarımız değil, mutluluğumuz da tehlikeye girer.
“Gelebileceğiniz noktadan daha alt bir yerde olmayı yeterli görüyorsanız, o zaman hayatınızın geri kalan bölümünde mutsuz olacağınız konusunda sizi şimdiden uyarayım.”- Abraham Maslow
O hâlde, arzularımızı sınırlamak gerekip gerekmediğine ne zaman ve ne ölçüde sınırlayacağımıza nasıl karar vereceğiz? Arzularımızın sınırlarını ne zaman genişleteceğimizi nasıl bileceğiz? Bu soruların yanıtı için gerçeğin bize rehberlik etmesine ihtiyacımız vardır.
Akış üzerine yaptığı araştırmada, Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi, en iyi şekilde yaşamak ve üst düzey performansa ulaşabilmek için —mutlu ve başarılı olabilmek için— “Ne Çok Kolay Ne Çok Zor” olan faaliyetlerle uğraşmamız gerektiğini belirtiyor.
Yaptığımız faaliyet bizi yeterince zorlamıyorsa, bir süre sonra sıkılırız; arzularımız aşırı iddialı hedefler içeriyorsa endişe duymaya başlarız. Hedef belirleme konusunda önde gelen araştırmacılar arasında yer alan Edwin Locke ve Gary Latham, kendi alanlarında otuz beş yıllık deneysel gözlem ve çalışmalar sonucu elde edilmiş olan kanıtları özetlerken şunları söylüyorlar:
“En yüksek veya en zor hedefler, en yüksek düzeyde çaba ve performansın ortaya çıkmasını sağlıyordu. Ancak yeteneğin sınırlarına varılması durumunda veya oldukça zor bir hedefe ulaşma yolunda ortaya konan kararlılığın sona ermesi hâlinde performansın aynı noktada kaldığı ya da azaldığı görülüyordu. O halde kapasitenin sınırlarını zorlayarak daha yükseklere çıkmaya çalışmak iyi bir şey olsa da belli bir noktadan sonra bu çabanın olumsuz sonuçlara yol açtığı görülür.
Yapabileceklerimizin bir sınırı olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekir.
“Büyük İyilik “adlı kitabında, Jim Collins Vietnam’da en yüksek rütbeli Amerikan savaş esiri olan Amiral James Stockdale’in hikâyesini anlatır. Sağlam karakteri ve zorluklar karşısındaki direnciyle tanınan Stockdale, Vietnam’daki hapishanenin çetin koşullarında hayatta kalabilen Amerikan savaş esirlerinin iki önemli özelliğinden söz eder. Birincisi, bu esirler, içinde bulundukları kötü durumda yaşadıkları acı gerçekleri görmezden gelmek yerine tüm çıplaklığıyla olduğu gibi kabul etmişlerdi.
İkinci olarak, bir gün oradan kurtulup dışarı çıkacaklarına dair inançlarını hiç kaybetmemişlerdi. Başka bir ifadeyle, içinde bulundukları durumun dayanılması güç koşullarını kabul etmek suretiyle gerçeklerden kaçmayan bir tutum sergilerken, sonunda her şeyin iyi olacağı yönündeki umutlarını asla yitirtmişlerdi. Tersine, oradan hem asla kurtulamayacaklarına inananlar hem de gerçek olamayacak kadar kısa bir süre sonra kurtulacağına inananlar çoğunlukla hayatta kalamadılar.
Bir yandan büyük umutlar ve beklentiler içinde olmak ile diğer yandan yaşanan acı gerçeği kabullenmek arasındaki dengeyi kurabilmek, genellikle hedefin sağlıklı bir şekilde belirlenmesiyle ilgili bir durumdur.
Mükemmeliyetçi insanın kendisiyle ilgili bazı beklentileri vardır ve kendine ulaşılması mümkün olmayan hedefler koyar; gerçekçi iyimser ise kendine ulaşılması zor ama mümkün olan hedefler nitelikte olduğunu belirlemek için belirli bir teknik olmasa da Psikolog Richard Hackman göre: “En üst düzeyde motivasyona sahip olmak için en uygun olan yer, başarı şansınızın yüzde elli olduğu yerdir.”
BİRAZ DÜŞÜNELİM!
Belirlemiş olduğunuz bir hedef hakkında düşünün; gerekiyorsa bu hedefi hem daha ulaşılabilir hem zorlayıcı hâle getirecek şekilde bazı değişiklikler yapın. Kapasitenizi zorlayacak, ancak yeterince gerçekçi temellere dayanan en az bir yeni hedef düşünün.