Farkındalık

Eğitimi Yeniden Tanımlamak

Düşünceye dayanmayan bilgi emek kaybıdır; bilgiye dayanmayan düşünceyse tehlikelidir Konfüçyüs

 

Eğitimi yeniden tanımlama zamanı geldi. Eğitim size göre nasıl olmalıdır? Sadece dinleyerek midir? Geleneksel sınıf modeli buna ağırlık vermiştir zaten. Peki daha iyisi yok mudur? Bence en iyi eğitim anlayışı, son derece aktif, interaktif ve fiziksel bir gerçeklik içermelidir. Yani suyun içine girip yüzmemiz gerekiyor. Ama direk derin sulardan bahsetmiyorum. Açıkçası en iyi öğrenme YAPARAK, UYGULAYARAK öğrenilir. Yaparak derken neden mi bahsediyorum?

 

Tüm algılarımızı kullanmaktan; görsel, işitsel ve dokunsal… bütün bu süreçler aktif ve derin bir şekilde kişisel; hepsinde SORUMLULUK üstlenmeyi gerektiren şeyler. Eğitim, öğretmenin dudaklarıyla öğrencilerin kulakları arasındaki boşluktan da meydana gelmiyor; her birimizin beyninde fiziksel değişimlerden geçiyor. 

 

Eğitimde Nöro PlastisiteBugün nöro plastisite kavramını duydunuz mu bilmiyorum? Siz ister fiziksel bir eylemde bulunun ister zihinsel bir kavrayışta, her iki durumda da beynimizde büyük değişimlere neden oluyor.

 

Bu değişimler, nöronların doğumu ve birbirleriyle trilyonlarca snaps (sinapslar) adı verilen bağlantılardan meydana geliyor. “21 Günde Yeni Alışkanlıklar” kavramını duymuşunuzdur. Ama neden 21 gün olduğunu pek sorgulamamışızdır. 

Bu sayının önemini şöyle açıklayayım: Siz herhangi bir konuda mesela yeni araba sürme deneyiminde olduğunuzu varsayalım. Her gün arabanın direksiyonu, debriyajı, gazı vitesi, dikiz aynaları, kontağı daha sayamadığım birçok şeyin nerede olduğunu bilmekle geçiririz.

 

Arabaya elinizle dokunduğunuz her yerde, dokunma duyunuzla beyne nöronlar sayesinde bilgi aktarılır. Bu, görsel ve işitsel durumlarda da aynıdır. Ve beynimizin şekli yavaş yavaş değişmeye başlar. Çünkü nöronlara o kadar çok bağlantı oluşur ki artık bunları düşünmez duruma gelmiş oluruz.

İşte nöronların doğması ve birbirleriyle bağlanma süresi tam 21 gün sürmesi buradan gelmektedir. Aynı durum bir ders çalışma içinde geçerlidir. Siz matematiğin özünü kavradıkça ve diğer çevresel faktörlerle bağ kurdukça anlamamız daha da derinleşip, işte o zaman GELİŞTİĞİMİZİN HİSSİNİ yaşamış olacağızdır. Sadece sese dayalı bir eğitimin bağlantılarımız konusunda zayıf kalacağı bir aşikâr. 

 

Eğitimli bir nöron, yeni bir sinaptik uçlar geliştiriyor; bir nöronun diğeriyle iletişim kurmasını sağlayan minik uzantılar doğuruyor. Canlı uçların sayısının artması, sinir hücresinin mesajları daha etkin bir şekilde iletebilmesini sağlıyor. Bu süreç, beynin belirli bir bölgesine giden sinir yolu boyunca tekrarlanıyor, böylece bilgi depolanıyor.

 

Biz kavramlar arasında bağlar veya ilişkiler kurduğumuzda, eğitimde buna KAVRAYIŞ adını veriyor. Yani eğitim bir zihinsel süreç olup, beyinsel anlamda fizyolojik bir değişimden geçtiğini söyleyebiliriz. Açıkçası, beynimiz kendi alışkanlıklarımız tarafından şekil almış hali oluyor.

 

Öğrenme sürecine ne kadar çok nöron (AYRINTI, RENK, KOKU; SES, DOKUNUŞ vs.) katılırsa, hatırlanan şey de o kadar canlı ve parlak oluyor. Ancak beyindeki bu fiziksel değişimler KALICI OLMUYOR. “Unutmak” dediğimiz şey, öğrenme sürecinde edinilen YENİ BAĞLANTILARIN ZAYIFLAMASI ya da yavaş yavaş KAYBEDİLMESİ anlamına gelmektedir.

 

İyi haber ise, bu oluşan sinapsların (Bağlantıların) hepsi kaybolmaması. Yani güçlendirmek yine bizim elimizde. Bir konuya ne kadar çok dikkatimizi verirsek, nöron bağlantılarında o kadar güçlü olduğunu söyleyebiliriz. 

 

Bundan dolayı bir şeyi ikinci kez öğrenmek daha kolay oluyor; gerekli olan sinirsel yolların bir kısmı zaten olmuş durumda. İlk oturuşta DİŞİNİ SIKIP KONSANTRE OLMAK içinde iyi bir neden bu. 

 

Eğitimi yeniden tanımlamakta yetersiz olan geleneksel sınıf modeli, maalesef biyolojik gerçekleri görmezden geliyor, hatta aksini yapıyor. Etkin öğrenme yerine edilgen bir sistemi sürdürmesi güzel örnek olabilir buna.

 

Aynı şekilde yapılan başka bir hata da geleneksel eğitimin ÇAĞIRIŞIMLI ÖĞRENME (YENİ ÖĞRENİLEN BİR ŞEYİ, DAHA ÖNCEKİ ÖĞRENİLEN BİR ŞEYLE İLİŞKİLENDİRME VEYA BAĞLANTI KURARAK DAHA KALICI HATIRLANMASINI MÜMKÜN KILARAK) konusunda kapasitemizi DAHA ÜST BİR SEVİYEYE ÇIKARA-MAMASIDIR. 

Sözün özü, bir şeyi anlamak ve hatırlamak, onu zaten BİLDİĞİMİZ BİR ŞEYLE   bağlantılandırabilirsek DAHA KOLAY OLUYOR. Anlamsız gelen her şey bizde bir çağrışım yapmaz.

 

Neden küçük yaştaki çocuklara sayıları öğretirken, fasulye, armut türü meyveler veya üçgen gibi şekilli şeylerle öğretiriz? “1” rakam sayısını “Meyve” resmi çağrıştırsın ki daha kolay ve hızlı hatırlayalım. Bunu bilmek için yine bilime ihtiyacımız yok. Zaten biliyoruz bunları; unuttuk o kadar. 

 

Öğrenmede Karşılaştırmanın önemiBeyinlerimiz bilgiyi uzun dönemli saklamak için bu şekilde çalışıyor; ÖĞRETMENİN EN ETKİN YOLUNUN da bir konunun akışını, bir kavramı (fare) bir sonraki kavramla (bilgisayar terimi olan mouse gibi) ve diğer konulara ÇAĞRIŞIM ZİNCİRLERİNİ vurgulamak olduğunu düşündürüyor. 

 

Geleneksel eğitimde nedense tüm konular birbirleriyle bağlantılıyken, ayrı bir sınıflandırmaya gidiyoruz. İngilizce öğrenirken, bunu turist bir şekle oturtup, bir adres sorma örneğini iletişim kurarak daha kalıcı ve keyifli hali varken, neden daha çok gramerler odaklanıyoruz?

 

Çünkü sonun da SINAV ve ÜNİVERSİTE var. AMA üniversite bitince her şey yine karşımıza çıkıyor ki o zaman daha fazla saklanacak yer arıyoruz. Bundan dolayı ezberleyerek günümüzü kurtardığımızı sanıyoruz ama, gerçek bilgi, gerçek uygulamayla şekillenip büyüyor.

 

Dersleri daha zevkli hale getirebilmemiz bizim biraz da yaratıcılığımızla da ilgilidir. Bizim vücut ağırlığımızı başka bir dünya gezegenle karşılaştırsak ne kadar da toplu iğnenin ucu kadar göründüğümüz çok şaşırtabilir ve bu karşılaştırma bile bizim o derse o olan sempatimizi kazandırmış olacaktır. 

 

Olasılıklar sonsuz ama mevcut sistemin PARÇALARA ayırma alışkanlıkları nedeniyle bunlar maalesef gerçekleşemiyor. Dersler arasındaki ara bağlantılar koparılıyor. Örneğin cebirde öğrencilere, parabolün tepe noktasının formülü ezberletiliyor. Sonra bundan ayrı olarak ikinci dereceden denklem formülü ezberliyoruz. Başka bir derste muhtemelen kareyi tamamlamayı öğreniyoruz. Gerçekteyse bu formüllerin hepsi AYNI matematiksel mantığın bir parçası; öyleyse neden aynı kavramın farklı yüzleri olduğu öğretilmiyor? 

 

Belki konuyu biraz dallanıp budaklandırdım sevgili okuyucularım. Bu tür kavramların bölünmesinin, öğrencilerin bir konuyu ne kadar derinlemesine öğrendiği ve ne kadar iyi hatırladığı üzerinde derin ve hatta hayati sonuçları olduğunu düşünüyorum. Sınav için formül ezberleyip bir ay sonra unutan öğrencilerle, kavramları özümseyen ve beş yıl sonra bile ihtiyaçları olduğunda bunları uygulayabilen öğrencileri birbirinden ayıran şey, kavramlar arasındaki BAĞLANTILARIN VARLIĞI ya da YOKLUĞU olacaktır. 

 

Alışıldık eğitim yaklaşımı, boğucu şekilde TUTARLI; bir konu parçası alın ve boşlukta kendi başına duruyormuş gibi davranın. Bir ya da üç ya da altı saatini bununla geçirin, bir test yapın ve devam edin. Bu kadar çok sayıda öğrencinin, testten sonra konuyu büyük bir oranda unuttuğunu söylemesine şaşmamalı. 

 

Hiçbir eğitim bir başkasına benzemez. Müfredatı standartlaştırabilirsiniz ama öğrenmeyi standartlaştıramazsınız. Hiçbir beyin diğerine benzemez; sonsuz derecede incelikli bilgi ağının içinden geçen hiçbir yol, birbirinin aynısı değildir. 

 

Size açık ve net şunu söyleyebilirim: Mükemmel bir öğrenci yoktur. Her konuyu ilk seferinde anlayan bir öğrenci yoktur. Hatta benim tanıdığım en zeki kişiler bile, temel konulara geri dönmeyi ve daha derin katmanların farkına varmayı, çoğu şeyi hiçbir zaman BÜTÜNÜYLE anlayamayacaklarını görmeyi seviyor. Ne kadar zeki ve istekli olursa olsun, her öğrenci bazen zorlanır. Kafamız arada sırada karışır. Bazı şeyleri unutur ve hatta bazı temel kavramları bile anlamayabilir. 

 

Ama bu boşlukları fark edip geriye dönüp onarmak kimin elindedir? Bu boşlukları nasıl onarabiliriz? Öğrenimdeki boşlukların onarılabileceğine ve daha ileri kavramların anlaşılabilmesi için mutlaka onarılması gerektiğine inanıyorum. Konular birbirleriyle ilinti içindedir. Bir konunun zirve noktası, bir diğerinin başlangıcıdır. Daha önceki bir konunun tam anlaşılmaması, bir sonraki konunun anlaşılmasını zorlaştıracaktır. Bu da boşlukları onarmanın bize bariz bir yolunu gösterir. Bundan dolayı da eğitimi yeniden tanımlamamız bir elzem.

 

Burada önemli olan, konuyu veya kavramı anlayana kadar öğrendiklerimizi YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMEMİZ, daha da iyisi kavramı yeni bir bağlamda aktif olarak kullanmaya çalışmak. Sezgiyle bildiğimiz bir şeyi nöroloji bilimi de doğruluyor, yani bir şeyi ikinci defada daha kolay öğreniyoruz.

 

O nedenle tekrar zahmetli bir şey olmamalı. Madem tekrar, öğrenmenin ayrılmaz bir parçası-sinirsel yolların oluşturulması ve güçlendirilmesinde öğrenmenin fiziksel bir parçasıdır- o zaman bir konunun yeniden ele alınması sayesinde DAHA DERİN VE DAHA KALICI bir anlayış ortaya çıkmalı. 

 

Eğitim Yeniden TanımlanmalıPeki kavramları tekrar ele alma konusunu kim sahiplenecek? Öğretmenler mi, ebeveyniler mi yoksa öğrencinin kendisi mi? Neden ev ödevleri veriliyor sanıyorsunuz?

 

Geleneksel sınıf modeli dersi, derste tam olarak öğrenmesini zorlaştırıyor. Bütün eğitim hayatı boyunca öğrenci, pasif olmayı- düzgün oturmayı, bilgiyi alıp papağan gibi tekrarlamayı- öğrenmiş.

 

Şimdi tümüyle etkin olması, zorlandığı yerleri kendi tespit etmesi ve aktif bir şekilde onlardan çözüm beklenmesi ne kadar doğru bir yaklaşımdır soruyorum. Tam tersini yapmaya koşullandırılmış bu öğrencilerimizden; “Ben müfredatını beli bir zamanda işlerim.” deyip, tüm sorumluluğu öğrencinin kendi eğitimine sahip çıkmasını istemektir bu.

 

İhtiyaç duyduğu konu, ya geçmiş sınıftaki bir dersi kitabındaysa ve onu da kaybettiyse. Konuyu buldu peki tam anlayamıyorsa. 

 

Ne yapılacağı açık ve net aslında: öğrenciler öğrenme süresinin her aşamasında eğitimlerini aktif olarak ele almaya cesaretlendirilmeli. Bilgiyi sadece almakla kalmamalılar. Bir şeyin nasıl olduğunu KENDİ KENDİLERİ KEŞFEDEBİLMELİLER.

 

Bu edinilebilecek çok değerli bir alışkanlıktır. Çünkü bugün çalışma iş hayatında kimse size hangi formülü kullanacağını söylemez. Başarı, problemleri yeni ve yaratıcı bir şekilde çözmekte yatıyor. Ayrıca gerçekçi olursak, doğamız pasif varlıklar yaratmamıştır, tamamıyla aktif varlıklar olarak yaratıldık.

 

Öğrencilerin bir saat boyunca oturup dinlemelerini istemek sizce doğal bir şey mi? Hayır, öğrencilerin bir şey yapmak istemesi, iş ya da oyunla meşgul olmak istemesi kadar doğal bir şey yok. Öğrenciler doğası gereği pasif değildir. Tuhaf çünkü geleneksel sınıf modeli pasif olmalarını öğretiyor.

 

Bu pasiflik daha sonra onların daha kolay İDARE EDİLEBİLMELERİNİ sağlayan bir ALIŞKANLIĞA dönüşüyor belki ama az uyanık oluyorlar, yaptıkları işe kendilerini daha az veriyorlar. Geleneksel sınıf modelin tek derdi, sınıftaki düzeni sağlamakmış gibi…

 

Geleceğin sınıf modeli, aktif öğrenmeyi teşvik edici olmak zorundadır. Aktif öğrenmekten kastettiğim, SAHİPLENİLMİŞ öğrenme, her öğrenciye, öğrenme süresinin nerede ve ne zaman gerçekleşeceğini belirlemeÖZGÜRLÜĞÜNÜN verilmesiyle başlar. Demek istediğim öğrenciler kendi kişisel ritmine göre başarıyı yakalayacaktır. 

 

Her öğrenciye kendi temposunu, nerede ve ne zaman öğreneceğini belirleme olanağı sunan bireysel hızda öğrenme fikri aşılanmalıdır. Aynı kişi, farklı günlerde ya da farklı konular söz konusu olduğunda farklı hızlarda öğrenecektir. Ama klasik bir sınıfta, tek bir kişinin, yani öğretmenin belirlediği bir tempo vardır.

 

Herkesin uyması gereken bu tempo yüzünden en çabuk öğrenen öğrenciler kısa sürede sıkılıp dersten kopacaklar, daha da kötüsü sırf kendilerini oyalamak için birer disiplin sorunu haline bile geleceklerdir. En fazla zamana gereksinim duyan öğrencilerse, yine geride kalacaktır. Sınıfın temposu ancak ortalamada yer alan varsayımsal öğrenciye uygun olacaktır. Tek tip az kişiye uyar durumunun bir örneğidir bu. 

 

Buna karşın bireysel HIZLA öğrenmek temel alınmalıdır. Herkes kendi hızında öğretmenin yardımcılığı ve kolaylaştırıcılığı sayesinde ilerlemelidir. Sınıfı öğretmen değil öğrenciler yönetmelidir. Bu da tempolarına bağlı olarak gerçekleşecektir. 

 

Sözün özü, öğrenciler, öğrenme konusunda hiçbir yargıda bulunulmadan-bilemediğinde utanma duygusu hissettirilmeyecek bir ortamda-, kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmaya teşvik edilerek, öğretmenin onlara geri bildirimde bulunarak, kendini motive eden bir sınıf modeli olmalıdır. Öğrenciye, kendi eğitimini sahiplendirilecek bir atmosfer olmalıdır.

 

Bu fikirler belki bazılarımıza göre çok ütopik gelebilir ama, bugüne kadar yapılan uygulamaların işe yaramadığını görüyoruz artık. Bundan dolayı eğitimi yeniden doğru bir şekilde tanımlayıp yeni şeylerin uygulaması geldi de geçti bile…

 

Tekrar görüşmek umuduyla. Canlar, beni izlemeye devam edin lütfen.