Bağımsızlığımızı Kaybediyoruz
Çoğumuz, kendi kararımızı veremeyecek yaşta olduğumuz günden beri ebeveynlerimiz tarafından veya başka birileri tarafından büyütülür ve onların doğrularını sorgulamadan büyürüz. Anne-babalarımız bizi bu dertten kurtarmışlardır. Kendi başımıza buyruk, karar vermeye başladığımız andan itibaren de en doğrunun onların dışında bir şey olduğunu aklımıza getiremeyiz. Çünkü onlar, nihai OTORİTEDİR. Ya onların isteklerini yerine getiririz ya da bizden yapılmasını istemediğimiz şeyleri konuşuruz.
Ergenliğe adım attığımız zaman da kendimiz için en iyisine karar vermek görünür hale gelir. Kendi kararlarımızı alacak yaşa gelsek de bu büyük sorumluluğumuzu bizden farkına varsınlar veya varmasınlar almış olurlar.
İşte bu ölümcül kararı verdiğimiz İLK UYUM KARARIMIZI oluşturur. Bir çocuk olarak itaat etmeyi veya sonuçlarına katlanmayı ÖĞRENİRİZ. Onay alma ihtiyacımız çoğu zaman gerçekten istediğimiz şeyi yapma isteğimizden daha güçlü olmuştur.
Uyum göstermek biz insan oğlunun kendimize yaptığımız en büyük psikolojik kötülüklerden biridir. Bu yıkıcı alışkanlık, kendi hayallerini gerçekleştirme konusunda bize meydan okur. Sırf iltifat ve onay aramak için kendimizi paralar dururuz ki sadece onların sevgisini alabilmek içindir bunların hepsi. Her zaman çevremizde iyi iş çıkarmış diyebilecek insanlar ararız.
Bu, kendi özgüvenimizin zayıf yönünü güçlendirmenin bir stratejik yoludur aslında. Devamlı olarak onay arayan bizler, kendi başarımızı ve mutluluğumuzu yaratma sorumluluğundan kaçar ve kendi iyiliğimiz için diğerlerine tamamen BAĞIMLI olur duruma geliriz. Başka bir ifadeyle, o insanların (patronların, anne-babaların, uzman doktorların, din hocaların vs.) psikolojik KÖLESİ haline geliriz.
Şimdi size sorabilir miyim CESRETİN ZITTI nedir? Belki birçoğumuz buna “Korku” diyecektir. Ben buna UYUM diyorum. Uyumdan kastım, bir market veya banka sırasında kuralları hiçe saymaktan bahsetmiyorum. Kendimiz olmanın, hem de %100 olabilmekten bahsediyorum. Tüm çıplaklığıyla kendi özümüzü bu dünyaya göstermekten bahsediyorum.
Peki özgüvenimiz ne zaman kaybediyoruz? Veya bu soruyu şöyle sormama izin verin lütfen: “Kendi değerimizin ÖLÇÜTÜ NEYLE KIYASLIYORUZ?”
Ben okula başladığım ilk günden beri, değerimin ölçütünü çok iyi kavramıştım: “KIYAS” yani notlar. Notlar veya karnelerimiz bizi diğerlerinden daha yüksek veya aşağıda gösteren karton kağıtlar. Sürekli birileriyle kıyaslandık ve bu kıyaslanma bizi öyle korkutur hale getirmiştir ki, en iyisi olmak zorunda bırakmıştır; gerçek ben olmasam bile.
Açık söylemem gerekirse kıyas, kendimizden aşağıda gördüklerimizin bir gün bizi geçme korkusudur desem daha net anlatmış olacağımı umuyorum. Bunu bizzat yaşadığım için biliyorum. Satış sektörü bu konuya oldukça maruz bırakılır. Birileri fazla sattığı zaman, siz kendinizi değersiz veya aciz hissedebilirsiniz. Bu durumların hepsi hayat neşemizi bizden alan şeylerdir aslında.
Bizler rekabet ortamına sürüklenmiş, ayağımızı toprağa kazıyarak dur demenin yollarını arayıp, zorla denize atmaya çalışan şirketlerdir sözüm. Rekabeti yaratan sınıflar ve şirketlerdir. Bize verilen hep mesaj; “Sen, diğerlerinden çok daha iyi olabilirsin” olmuştur. Olmazsan reddedilir ve bu dünyadaki SEN OLAN TEK VARLIĞIN zedelenmiş olur. Bu hayata ben, kendim için varım, BİR BAŞKASINA KARŞI GELMEK VEYA OLMAK İÇİN DEĞİL.
Size açık ve net bir şekilde şunu söylemeliyim: REKABET, taklitçiliktir; gelişim olamaz. Rekabet edenler, takipçisidirler veya izleyicisidirler, ama yaratıcılığın farkında değildirler. Öncü olabilmenin yolu kendi doğrularınla yola çıkmandır. Başkalarını izleyerek öncü veya lider olamayız. Bu rekabet ortamının en güzel örneğini zaten cep telefonlarında da görebiliriz. İPhone’u yaratan Steve Jobs, tam bir yaratıcı ve öncü olmuştur. Samsung ise bunu sadece çok iyi geliştirdi, ama sıra dışı bir ürün ortaya koyamadı.
Şunu söylemeliyim, bağımsız olan biz insanlar, rekabet etme ihtiyacı duymaz. Yeteneklerimizi olduğumuz gibi kabul ederek ve sadece yeteneklerimize odaklanarak ve sadece kendimizi bir üst seviyeye çıkaracak ortamlar yaratarak bu tuzaktan kurtulabiliriz. Size şunu söyleyebilirim. Yapacağınız her ne olursa olsun, yapacağınız iş, sizin yeteneğinizin ne çok altında olmalı ne de çok üstünde; ortada bir yerlerde ama sürekli daha iyiye giderek içsel motivasyonumuzu yaratmak zorundayız. Ve rekabet denen şeylere de ihtiyaç duymayız inanın bana.
Değerimizi yerler altına alan diğer bir uygulama ise, ÖVGÜDÜR. Şunu söyleyebilirim, bir çocuğa övgü verdiğiniz zaman onun benliğine değer yargısı düşürmüş olursunuz. Bugün kreşlerde bunu oldukça sık görüyorum ki, kızım her akşam bana, “Baba, bunu yaparsan sana GÜLEN YÜZ VERECEM” demesi kendi benliğimin iyi veya kötü olarak yorumlamama neden oluyor. Övgü bir iyilik olamaz, tam tersi çocuklarımıza bir ceza veriyoruz; özgüvenin yitirilmesi cezası. Şunu sorabilirsiniz; “Ne yapmalıyız peki?” Övgü yerine taktir edin. Örnekle açıklamama izin verin şimdi. Çocuğunuz odasını topladı ve sizde cevap olarak: “Aferin benim AKILLI OĞLUMA” dediniz.
Burada Akıllı kavramı tamamıyla çocuğunuzun benliğine verdiğiniz yargıyı içeriyor, yani odasını temizlemeseydi veya toplamasaydı, çocuk, “O zaman ben kötü biriyim” deme yargısında bulunacaktı. Ama bunu şöyle deseydiniz: “Odanı toplaman çok hoşuma gitti. Teşekkür ederim” işte o zaman çocuğunuzun benliğine yapılmış bir yargı içermeyip, tamamıyla yaptığı davranışına yönelik bir yorum getirmiş olacaktınız. Ve çocukta kendisi hakkında iyi veya kötü yorumunu yapmayacaktı. (Kendi hakkında DEĞER yargısında bulunmayacaktı)
Size bir şey daha sorabilir miyim? Birilerine bir şey YAPTIRMAK VEYA YAPTIRMAMAK için siz ne yapardınız? ÖDÜL VEYA CEZA verirdiniz değil mi? Bu uygulama 18. ve 19. Yüzyıllarda, Sanayi Devrimi’nde işçilerden daha fazla performans alalım diye, James Wattson adındaki bir sanayici başlatmış. Öyle bir başlatmış ki, günümüzde bile halen devam etmektedir. Bu uygulama, tamamıyla bir kontrol aracı olarak işler. Ama günümüz çağında artık bu tip uygulamalar eskimeye başladı bile. Çünkü sıradan işler için ödül veya ceza belki iyi iş görebilir ama, YARATICILIĞI tamamıyla sekteye uğratıyor.
Birilerine bir şey yapması konusunda bir ödül vaat edin. Göreceksiniz ki alacağınız sonuç başta iyi giderken, sonunda daha kötüye gidecektir. Bu konu tamamıyla kendi başına bir makale konusu olacağından çok ayrıntıya girmek istemiyorum. Tek kelimeyle şunu söylemek istiyorum. Yaratıcılık işlerde ödül başta söylenmemeli veya yapılan işin sonunda verilmelidir.
Aslında övgünün en yıkıcı yanı, bizi eylemlerimizle tanımlar. Bizi öven kişinin standartlarını karşılayamadığımızda kendimizi SUÇLU hissederiz. Ve bunu düzeltmek içinde her şeyi yapabiliriz. Size bir ip ucu vereyim mi? Eğer birini suçlu HİSSETTİRİRSENİZ, her şeyi sizin için yapacaktır. Siz yapmayın yine de. Çünkü ilişkilerimiz sağlıklı ilerleyemeyecektir ve kendimizi daha da suçlu hissedebiliriz netice de.
Bugüne kadar birçok devrim oldu dünyamızda. “Sovyetler Birliği’nin 1991’de yıkılışı, Fransız Devrimi, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığı, hatta bugün Çin’de tankların önünde durmamız bile bize bir şeyler söylemektedir: “Bu dünya üzerinde, İKTİTARDAKİLER (OTORİTERLER) tarafından kurulan HAYAT aslında bizim istemediğimiz bir hayatın taaa kendisidir; “ÖZGÜRLÜK” için bunca savaşlar neden verilmiştir? Neden bize dayatılan bu kadar bilgiyi hemen kabul ediyoruz? Reddedilmeyi, Sevilmemeyi kabullendiğiniz sürece, yaratıcılığınız, özgünlüğünüz ortaya çıkacaktır.
Tekrar görüşmek umuduyla. Hoş-Çakalın